HOŞ GELDİNİZ



Gazetede yayımlanan makalelerimi artık buradan da takip edebilirsiniz.


İlginize teşekkürler...


18 Mart 2010 Perşembe

Çatışmayalım... Bir olalım...

Biliriz ki hepimiz nevruz kutlamaları her geçen sene bir sorun olarak karşımıza dikilir durur. Nasıl olur, ne olur da bu baharı karşılama kutlamaları bir eğlence, bir merasim olmaktan çıkar da bir eziyete, bir meydan savaşına döner.
Birileri çıkar, “Bizim bayramımız. Biz kutlarız.” der.
Birileri çıkar siyasi hınçlarını masum insanların eğlencelerini katlederek alır.
Aslında baharı karşılama diye bilinen Nevruz’un çok eski bir geçmişi var.
İran kökenli iki kelime olan nev ile gün anlamına gelen ruz kelimelerinin anlamında gizli olan bu bayram kimilerince alınır da sadece birilerinin bayramı olarak görülür.
Hemen bilinç altına atılmış bütün öfkelerin ortaya çıktığı bir çatışma ortamı haline getirilir.
Oysa bayramlar, kardeşliğin, dayanışmanın, işbirliğinin arttığı özel ve güzel günlerdir.
Hele ki güneşin kendini gösterip doğayı yenilediği bu bahar bayramında insanlar çatışmalardan, kavgalardan, hesaplaşmalardan uzaklaşmak isterler.
Kısacası zamlardan, hükümet krizlerinden, siyasi çekişmelerden soyutlanıp kendilerini tabiatın tazeliğiyle yenilemek isterler…
Mutlu olmak isterler...
Her yıl olduğu gibi Taksim Meydanı’nın ya da Yüksekova’nın ya da Diyarbakır’ın savaş alanına dönmesini değil.
Halbuki çocuklara, gençlere örnek bir tablo sergilense, bir değişiklik yapılıp da bu bayramlar sadece belli bir kesimin gövde gösterisi yaptığı mitinglere dönüşmese ne hoş olur.
İnsanlar bütün bir hafta ve bütün bir kış çektikleri sıkıntıları, buhranları bir an unutup mutlu olsa, huzur duysa yaşadıkları toplumdan ve şehirden.
Ne olur?
Ne değişir?
Soruların cevapları var her birimizde. Her birimiz istiyoruz ki olumlu bir hava içinde geçen güzel bir Pazar gününü baharı karşılayarak sakin bir tebessümle geçirelim. Eşimizle dostumuzla çıkıp halaylar çekelim, horonlar oynayalım, Yiyelim, içelim, felekten bir gün çalalım. Bir gün olsun, daralan ekonomimizden, küçülen bütçemizden bahsetmeyelim.
Umut edelim, umutlanalım bir şeyler için…
Bir gün de olsa vazgeçelim kavgalardan…

17 Mart 2010 Çarşamba

Tarih: 18 Mart.. Biz Hala Buradayız!

Mart ayıydı, hava o zaman bile sadece kapıdan baktırırdı!
Onlarsa bırakın ardından bakmayı, kapıdaydı.
Çünkü aslolan vatandı, dünya kapıya dayanmıştı.
İngilizdi, Fransızdı, Mısırlıydı, Hintliydi, Anzaktı.
Karşılarındaki ise bir milletti, kısa bir zaman içinde ‘koca’ olduğunu da öğreneceklerdi.
Bu millet ki tarihi değiştirecek, dünyaya set çekecekti.
Sonuçta 18 Mart’tı günlerden ve kan damlıyordu Marmara’ya Çanakkale sırtlarından.
Her dinden, her dilden birçok millet bir insanlık dramının tarihini paylaşıyordu aslında.
Yürekleri iman doluydu.
İnançlarına diyecek yoktu.
Vatan’dı, bayrak’tı, yar’dı, yaren’di…
Nihayetinde her şey tehlikedeydi.
Onbaşı Seyit ‘Durun ben daha ölmedim.’ dedi.
Mucizeyi gerçekleştirdi.
Yüklendi ağırlığının dört katı top mermisini yolladı düşman üstüne binbir şiddetle.
Savaş devam ediyordu elbette diğer cephelerde de.
On üç on dört yaşlarındaki yalınayak Mehmetçikler koşuyordu kınalı saçlarıyla.
Hepsinin dudaklarında aynı türkünün dizeleri:
“Çanakkale içinde aynalı çarşı,
Anne ben gidiyorum düşmana karşı…”
Heybelerinde ana kokusu, yürüyorlardı ölüme meydan okuyarak.
Ve bir komutan Arıburnu’nda, Conk Bayırı’nda, Kireçtepe’de…
Evlatlarının yarattığı mucizeye tanıklık ediyordu göğsünü gere gere.
Ve sonra mucizenin ta kendisi oluyordu birden bire.
Şarapnel işlemiyordu yüreğine, bağışlıyordu onu milletine.
Mucizeler bitmiyordu Çanakkale’de.
Bu kez dehasını da katıyordu işin içine.
Ve Çanakkale geçilmiyordu, geçilemiyordu kimsece.
Milleti ile atası, varolduğunu ve de sonsuza dek varolacağını yeniden, yeniden, yeniden hatırlatıyordu unutmuş beyinlere.
Tarih, 18 Mart 2010.
Burası yine Türkiye.
Ve biz, bizler buradayız, hala varız, yarın da olacağız.
Peki siz nerdesiniz?
Nerelerde, kimin yanındasınız?

11 Mart 2010 Perşembe

Atamızı seviyoruz...Gelsin Paralar!

Bir lider…
Ulusu için cephe cephe savaşıp ömrünü hesaplaşmalarla, çatışmalarla tüketen, ancak bundan bir an bile pişmanlık duymayan bir önder…
Tek Adam…
Yurdunu ne pahasına olursa olsun savunan bir kahraman… Nasıl anlatılabilir ki beyaz perdede?
Onu tanımayan, onunla hiç yüz yüze gelmemiş; ancak emanetlerini her güçlüğe rağmen koruyup kollamaya çalışan ve gelecek kuşaklara taşımaya daha ilkokul sıralarında ant içen bir gençliğe nasıl anlatılmalı?
Nasıl yaşatılmalı minicik ve tertemiz çocuk yüreklerde?
Açıkçası bu sorularımın cevabı ne Mustafa filminde gizli ne de son günlerde vizyona giren Veda filminde.
Daha önceleri de denendi, izlendi, yorumlandı Ata’nın hayatı.
İlk olarak Refik Erduran’ın TRT için yazdığı Metamorfoz adlı bir senaryo ile çıktı karşımıza.
Ardından Cumhuriyet, Kurtuluş gibi yapımlar geldi.
Sonra Can Dündar’ın bakışı ile bir “Mustafa” tanıdık. Ancak Kemal’i ve Ata’lığı eksik idi.
Şimdi ise Zülfü Livaneli’nin Veda adlı romanından senaryo haline getirdiği film ile Ata’mızla yeniden yaşıyor ve yeniden hesaplaşıyor gibiyiz. Onun özel hayatına, yaşadığı çıkmazlara yeniden tanık oluyor, ulusumuzun dirilişine neden olan Ata’mızı yeniden mercek altına getirip koyuyoruz.
Ama asıl meselenin onun bu millet uğruna neleri feda ettiği.
Oysa biz bunu göz ardı ediyoruz.
Bir liderin hareminden bir hâsılat çıkarıp cepleri doldurmayı düşünüyoruz…
Ne güzel değil mi?
Ata’mızı ne çok seviyoruz. (!)
Son olarak Hamdi Alkan’ın da 19 Mart’ta vizyona girecek olan “Dersimiz Atatürk” adlı filmi var.
Umarım bu filmin farklı bir yanı olur.
Yok bu da benzerlerinden olursa bize tek bir şey kalıyor.
O’nu hakikatiyle anlatabilecek bir sinemanın varolabilme ihtimalini düşünmek.

6 Mart 2010 Cumartesi

Bilgelerden Dersler...

Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekasını nereden anlarsınız ?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa ?
O kadar akıllı insan yoktur ki!..

***

Bir bilgeye nasıl bu kadar doğru kararlar alabildiğini sormuşlar,
`Deneyim` demiş.
O deneyimi nasıl kazandın, diye sormuşlar
`Hatalarımla` demiş

***

Bir bilgeye sormuşlar:
Efendim canınız ne istiyor ?
Bilge cevaplamış:
Canım hiçbir şey istememeyi istiyor...
ve devam etmiş...
Bu ruh halinin adı gönül yorgunluğudur...

***

Bir bilgeye `Nasıl insan oluruz?` diye sormuşlar.
`Üç adım atlama` gibi bir cevap vermiş bilge kişi:
Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir,
İnsanlığa attığın ilk adım budur...
Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın.
Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman da insan olursun.

***

Bilgeye sormuşlar dünya da en güzel şey ne diye?
´Sevmek´ demiş...
”Peki sonra?” demişler...
´Sevilmek´ demiş...
”Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor?” demişler...
O da demiş ki, ´insan sevdiğine sevildiğinden daha çok emindir...

***

Bilgeye Sormuşlar;
- İnsan neden dilek diler?
- İnsan gerçekleşmesi için diler, ama bilmez ki gerçekleştirmek için dilemek gerek.

***

Bir bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir?
”İşte o dağdaki çobandır” demiş.
”Neden?” diye sormuşlar.
Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil.

***

Ve bir hikaye.
Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında.
Hayli merak eder, bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini.
Biri karga, biri leylek...
O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.
Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Tâ ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.
O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan.
Topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine. En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar.
Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran.
İyi pazarlar…

5 Mart 2010 Cuma

Atı alan Amerika'yı geçti beyler..!

Her sene yaşadığımız kabus bu yıl nihayet gerçeğe dönüştü.
Ne oldu?
En birinci müttefiğimiz, stratejik ortağımız, terörle mücadelede istihbarat paylaşımcımız canım Amerikamız, soykırım iddialarını içeren karar tasarısını Temsilciler Meclisi’nin Dışişleri Komitesi’nde oyladı sonrada onayladı.
Türkiye 23 Ermenistan 22.
Fark 1.
Ama galip gelen, başarılı olan, dediğini yaptıran birlikte maçlar izleyip, dostluk protokollerine imzalar attığımız Ermenistan.
Şu an öyle çok bir zararımız yok aman aman.
Ancak asıl problem, asıl başağrısı bundan sonra.
Çünkü bundan sonraki süreçte meclise taşınma olasılığı yüksek.
Bunun dışında dünyanın devi Amerika’nın böyle bir karar alması bu konuya çekimser birçok ülkeyi de harekete geçirebilecek.
Soykırım’ı tanıyan yirminin üzerindeki ülke sayısı ABD’den güç bularak artabilecek.
Dün televizyonda seyrettiğim oylamanın en manidar yanı kuşkusuz içimizden birinin aleyhimize örnek gösterilmesiydi.
Dış İşleri Komitesi Başkanı Howard Berman, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’tan bahsedip, onun 1915 yılına dair sözlerinden dolayı ülkesinden kovulduğunu söyledi.
Yani bakın kendi adamınız bile soykırım yaptığınızı söylüyor demeye getirdi.
Sizlerin de bunu artık kabul etme zamanınız geldi dedi.
Bu gerçekle yüzleşmemizi istedi.
Dedi, istedi, söyledi, bekledi ve Ermenilerin sözde soykırım hikayesinin kendilerince kabulünü bir güzel ilan etti.
Oh ne ala, ne ala.
Tarih sahnesinden çekilmiş bir imparatorluğun ardından kurulan gencecik Cumhuriyet’in başına en azından ileride bir sorun olması için uydurulmuş yalan oldu bugün soykırım.
Buna karşın Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu ne lutfetmiş.
“Türkiye baskı ile karar almaz.”
Bu kadar sağduyulu ve de stratejist bir yönetimiz demeye getirmiş anlayacağınız.
İnsanın içinden keşke diyesi geliyor.
Ama böyle olmadığını en azından iktidarın dış politika anlayışının fazlasıyla sürprizlere gebe olduğunu dünya alem biliyor.
Hatta dış baskılarla şekillendiğini de.
“Çözümsüzlük çözüm değildir” denerek yola çıkılıp Avrupa Birliği’ne giriş sürecini olmazsa olmazlara teslim eden, Kıbrıs’ta Türk tarafından çok Rum menfaatleri ile örtüştüğü iddiası her geçen gün daha da güçlenen bir şahsın Cumhurbaşkanı yapılıp sonra da Annan Planı fiyaskosu yaşatan, Ermenistan ile dost olacağız diye protokollere imza atarak Azerbaycan’ı küstüren bir iktidarın dış politikayı nasıl yürüttüğü oldukça aşikar.
Sayın bakan ortak tarih çalışmasına yönelik çağrısını yinelemiş.
Neredeyse bir asır olacak bu çağrılar yinelenip duruyor.
Bu arada kusura bakmayın ama atı alan da Üsküdar’ı geçti Amerika’ya ulaştı.
Haberiniz ola!

4 Mart 2010 Perşembe

Hazmedene lafım yok ama ben hazmedemiyorum

Dünkü yazımda mevcut anayasamızın 10 ile 15 maddesinin AKP-BDP ortaklığı ile değiştirilebileceğinden dem vurmuş böyle bir durumun açıkçası toplumun çoğunluğu tarafından hazmedilemeyeceğini söylemiştim.
Okurlarımdan bazıları gönderdikleri maillerde konuyu abarttığımı öne sürmüş bazıları art niyet taşıdığım kanısına kapılmış bazıları ise sonuçta BDP de o mecliste temsil edilen bir siyasi parti değil mi demiş.
Konuyu nasıl abarttığımı merak ediyorum çünkü halihazırda yaşanan bir süreci ortaya koydum.
Ay sonu meclis genel kuruluna getirilecek değişiklik paketine hem CHP hem de MHP gayet açıkça destek vermeyeceklerini vurguladılar.
O güne kadar bu duruşları değişir mi bilemem ama şu anki durum bu değişikliğe karşı olduklarını beyanlarından ibaret.
Peki bu iki partinin dışında mecliste grubu olan kim var?
BDP.
Peki napılacak?
Ülkemin iktidarı gidip onlarla anlaşma zemini arıyacak.
En azından gidişat bunu gösteriyor.
Dolayısıyla ortada bir abartı yok tam tersi geliyorum diyen böylesi pervasız bir süreç var.
Art niyetse söz konusu bile olamaz.
Kaldı ki iktidara yönelik eleştirilerimizi sağa sola kaçmaksızın yaptığımızı yanar döner türde birileri olmadığımızı bu köşeyi takip edenler iyi bilir.
Ne ise odur, doğru bildiğimizi söylemekten kimse alıkoyamaz bizi.
Ve BDP’nin de mecliste temsil edilen bir siyasi parti olduğuna dair görüş.
Öncelikle Mecliste temsil hakkını yasal olarak edinmiş olsa bile bir defa milyonlarca Türk vatandaşının vicdanında mahkum olmuş bir siyasi anlayış olduğu yadsınamaz.
Kaldı ki mecliste grup oluşturduktan sonra sergilenen tutum ve davranışların, ortaya konan hal ve hareketlerin, söylenen sözcüklerin terör ile bağdaştırılıp yüce yargı tarafından mahkum ettirilmesi de gözden kaçırılmaması gereken bir olgudur.
Mahkum edilenler yasaklandı ve artık yoklar denebilir.
Evet ama onların yol arkadaşları yine aynı sıradalar.
Ve bizzat kendileri açıkladılar.
Terör elebaşısı Öcalan istediği için BDP ile yeniden yola çıktılar.
Ve şimdi bu misyonun taşıyıcıları ile Anayasa yapacaklar.
Hazmedebiliyorsanız ne ala.
Ama ben hazmedemiyorum şahsım adına.

3 Mart 2010 Çarşamba

Anayasamı BDP'liler mi Değiştirecek? Pes Vallahi!

Güzel ülkemin tuhaf hükümeti yine müthiş bir icraata imza atmanın uğraşı içinde.
Neymiş efendim tamamen değiştirilemeyen tukaka (!) Anayasamızda 10 ile 15 madde arasında bir değişim yapılacak ve bu da paket olarak Mart sonunda meclis gündemine getirilecek.
İçinde neler yok ki!
İktidar ve de sözde demokratlar tarafından son zamanların lanet olası kurumu haline getirilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yeni bir yapıya kavuşturuluyor.
HSYK 21 asıl ve aynı sayıda yedek üyeden oluşacak.
Kurula seçilecek 21 asıl üyeden 7'si Cumhurbaşkanı, 7'si de Meclis tarafından seçilecek.
Kurul'un diğer 7 üyesi ise Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasında yapılacak seçimle doğrudan belirlenecek.
Ayrıca YAŞ ve HSYK kararları yargı denetimine açılacak.
Bu kadar değil tabii.
Paket Anayasa Mahkemesi'nin de üye sayısının 21'e yükseltilmesini sağlayacak.
Bu üyelerin 12'sini de büyük çoğunluğu dokunulmazlık zırhının arkasına sığınmış olan milletin vekillerinden oluşmuş Meclis seçecek.
Pakette seçim kanununa ilişkin maddelerde var, parti kapatmayı zorlaştıran maddelerde.
Memurlara toplu sözleşme hakkına ilişkin maddelerde var, bir dönemin çokça tartışılıp ne olduğu konusunda kimsenin anlayamadığı ombudsmanlık’a getiren maddelerde.
Paket meclise gelecek ama muhalefetten gereken desteği alamayacağı muhakkak.
Hatta bırakalım desteği özellikle terörle bağlantısı tam olarak saptanamadığı sürece parti kapatmanın zorlaştırılması ile YAŞ kararlarının denetime açılmasına yönelik değişiklik talepleri büyük gürültü koparacak.
Peki böyle bir durumda iktidar partisi ne yapacak?
Çok büyük muhtemeldir ki PKK’ya terörist diyemeyen efendilerden oluşan ve aslında misyonlarının ne olduğu yediden yetmişe herkesçe çok iyi bilinen bir parti ile yani Barış ve Demokrasi Partisi’ne göz kırpılacak.
Ee o da dünden razı buna.
Kaldı ki seçim barajının kırmızı çizgileri olduğunu açıklayıp şartlı destekten bahsettiler grup toplantılarında.
Oh ne ala.
AKP-BDP ele ele değiştirecekler Anayasayı sınırlı da olsa.
Düşünebiliyor musunuz Allah aşkına!
Bu ülkenin Anayasasını değiştirme hakkını kimlerin elde edebildiğini.
Ya da onlara bu hakkı verenleri.
Bunun olup olmayacağını, bu ülkenin yüzde 47’sinden oy almış bir partinin sırf kendi isteklerini yerine getirebilmek adına terör ile bağı asla yadsınamayacak bir partiye kol kanat gerip germeyeceğini göreceğiz.
Dileğimiz böylesi bir pervasızlığın gerçekleşmemesi.
İnsanların böylesi bir sorumsuzluğu hazmetme durumunda bırakılmaması.
Hazmederler mi o ayrı tabii!

1 Mart 2010 Pazartesi

CHP'de neden 'Ekrem abi' seçildi

CHP İzmir il kongresi tamamlandı ve partinin başına bir kez daha Ekrem Bulgun geldi.
Bir kez daha diyorum çünkü bu isim 7 defa daha aynı görevi üstlenmişti.
Deniz Baykal’ın İzmir’de olmazsa olmazım dediği isimlerden.
Öyleki 2007’de milletvekili adayı bile yaptı kendisini altıncı sıradan ama kısmet olmadı meclis sıraları Bulgun’a.
Şimdi yeniden Genel Başkan’ın isteği üzerine oturdu başkanlık koltuğuna.
Zor bir süreç onu bekliyor bundan sonra.
Birleştirecek ayrıştırmayacak, derleyip toparlayıp İzmir’i seçime hazırlayacak.
CHP İzmir’de iktidar ancak hedef genel iktidar.
Kongrenin sloganı da ‘iktidara yürüyüş’tü bu amaçla da örtüştü.
Şimdi parti kulislerinde herkes delegenin kızgınlığından, Baykal’ın kendilerine emrivakiden öte ısmarmala yapmış olmasından bahsediyor, Yeterli imzayı toplayıpta aday olmayı başarsaydı Yüksel Demirsoy’un tepki oylarıyla seçimi kazanacağından dem vuruyor.
Tek liste olmasına rağmen Bulgun’a verilen oyları da buna gerekçe gösteriyor.
Oysa kim ne derse desin Baykal doğru bir strateji izliyor.
Herşeyden önce İzmir örgütünün bölük pörçük bir yapıda olduğunu çok iyi biliyor.
İlçe kongrelerinde yaşanan çatışmalara, had safhaya ulaşan ayrışmalara, koltuk kavgalarına kayıtsız kalmadığını gösteriyor ve üç büyük kent arasında iktidarı elinde bulundurduğu İzmir’de ‘abi’ formülünün en iyisi olduğuna inanıyor.
Bu ’ abi’nin de istisnasız Ekrem Bulgun olduğuna.
Seçimlere 1.5 yıl gibi bir süre var ve bu sürede İzmir’de kavga, dövüş istemiyor tam tersi herkesin ‘abi’ etrafında bir araya gelip enerjisini kişisel menfaatler, sen, ben kavgası yerine parti için harcamasını istiyor, bekliyor, umuyor.
Bulgun dışındaki her ismin de bu birlikteliği sağlayamacağını düşünüyor.
Nihayetinde bugüne kadar da sağlanamadığı ortada.
Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi maalesef teşkilatları özellikle de İzmir teşkilatı Genel Başkanını anlamıyor, onu geriden takip ediyor.
Ediyor da doğru bir kelime değil etmeye çalışıyor.
Çoğu zaman kişisel hırs ve menfaat çatışmalarına yenik düşüyor.
Yineliyorum; sayın Baykal en iyisini yapıyor.
Hani onu anlayamıyorsunuz bari birkez olsun kayıtsız şartsız yürüyün arkasından.

Bugün Seçim Olsa Kime Oy Verirdiniz?