HOŞ GELDİNİZ



Gazetede yayımlanan makalelerimi artık buradan da takip edebilirsiniz.


İlginize teşekkürler...


31 Ocak 2010 Pazar

İzmir'de Kış Olmasın!

İnternette haber sitelerini takip ediyor musunuz bilmiyorum ama özellikle yerel idarecilerin lutfedip mutlaka göz atması gerekiyor.
Zaman sorunumuz var deniyorsa da danışmanlara emredilmeli, onlar da söz konusu haberlere ilişkin yorumları derleyip en azından ayda bir de olsa bilgilerine sunmalı.
Malum kış mevsimindeyiz.
Dolayısıyla tek sorun soğuk değil.
Yağışlar ile İzmir her yıl olduğu gibi bu yıl da insanı canından bezdirmeye devam ediyor.
Sizi bilmem ama benim için İzmir hayatımın ilk beşi arasındadır.
Bu kadar önemli bir yerde konumlandırdığım İzmir maalesef kış mevsiminde kabusa dönüşüyor benim için.
Yağmurun ne sıklıkta ya da ne yoğunlukta yağdığının ise hiçbir önemi yok.
Zira düşük yoğunlukta da olsa kentte trafik içinden çıkılmaz bir hal alıyor, araçlar 15 dakikalık yolu saatlere varan süre de almak zorunda kalıyor, otobüsler gelmek bilmiyor, duraklar içlerinden idarecilere veryansın eden genç, yaşlı onlarca vatandaşla dolup taşıyor, varoş denen semtler de can pazarları yaşanıyor, Alsancak gibi kentin en gözde ve en göz önündeki yerleşim yerinde caddeler yürünemeyecek kadar sulara teslim oluyor adeta kentte bir altyapı kaosu ortaya çıkıyor.
Bu konuda çevremden aldığım tepkilerin haddi var hesabı yok.
Gazetemize bu yönde iletilen şikayetlere yetişmek içinse basın ordusu gerekiyor.
Sanal ortamdaki şikayetlerden ise abartısız kilometrelerce mesafelik yol olur
Bir okurum şöyle demiş gönderdiği şikayet mailinde.
“Ne Ak Partiliyim. Ne de CHP’li. Ben İzmirliyim. Ve gerçekleri konuşmak boynumun borcu. İzmir yerel idarecilikte sınıfta kalmış durumda. Metro tartışmaları bıktırdı. Varsa yoksa suya zam. Ulaşıma zam. Özellikle kışın otobüsler gelmek bilmiyor. Gelenler de zaten trafikten ilerleyemiyor.”
Bir başka okurum ise şöyle diyor:
“Oyumu her ne pahasına olursa olsun Aziz başkana verdim. Hakkaniyetinden şüphem yoktu çünkü. Çabalarını da görmezden gelemem ama doğrusu geride kalan yıllarda otobüslerin yenilenmesinden başka akıllarda yer edici bir icraatı yok. Kış ayları İzmirliler için zulme dönüştü.”
Görüyorsunuz ya güzel kentimin sadece ve sadece hizmet etmek için göreve gelmiş sayın idarecileri.
İstediğiniz kadar konserler düzenleyin, devasa kültür merkezleri açın, her türden meslek için kurslar düzenleyin, o toplantıdan çıkıp bir başka toplantıya yelken açın, cafcaflı sözcüklerle gazete ve televizyonlarda boy gösterin halkın gözünde zerre kadar yer etmiyor bunlar.
Çünkü aslolan hayatı ne kadar kolaylaştırabildiğinizdir.
Ve ne kadar yaşanabilir kıldığınız.
Gerisi koca bir hikaye…

30 Ocak 2010 Cumartesi

Çkarılacak DERSLER!

Hayvanlar bir gün kim daha çok çocuk doğurabilir diye çekişmeye başlarlar. Hep birlikte dişi aslana gidip danışırlar.
"Sen kaç çocuk çoğurabiliyorsun?"
"Bir." diye yanıtlar dişli aslan.
"Fakat ben aslan doğururum."
Çıkarılacak ders: Nitelik, nicelikten önemlidir.

Yengeç ile annesi birlikte yürürken "Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum?" diye sorar anne yengeç çocuğuna. "Düzgün yürüsene! " der sonra.
"Pekala anne." der çocuk.
"Sen önümden düzgün yürü, ben seni takip ederim."
Çıkarılacak ders: Hareketler sözlerden önemlidir.

Aslanın biri bir koyunu yanına çağırır ve nefesinin kokup kokmadığını sorar.
“Evet.”diye yanıtlar koyun.
Aslan bu yanıta kızar ve koyunu oracıkta parçalar.
Daha sonra kurda seslenip yanına çağırır, ona da aynı soruyu sorar. “Hayır.”diye yanıtlar kurt korkudan. Ancak o da yağcılık yaptığı için aslanın öfkesinden kurtulamaz.
Sıra tilkiye gelmiştir. Aynı soruyu tilkiye de sorar.
Tilkinin yanıtı şöyle olur; “Üzgünüm, üşütmüşüm biraz, o yüzden burnum koku almıyor.”
Çıkarılacak ders: Akıllı kişi tehlikeli durumlarda konuşmaz.

Kazlar ve turnalar bir gün aynı tarlada yiyecek ararlarken birden yanlarına yaklaşmaya çalışan avcıyı fark ederler. Turnalar daha çevik ve hafif oldukları için hemen uçarlar. Oysa kazlar ağır hareket ettikleri için avcıdan kurtulamazlar.
Çıkarılacak ders: Yakalananlar her zaman suçlu değildir.

Yaşlı bir geyik hasta düşer ve daha rahat otlayabilmek için güzel otlarla dolu bir çalılıkta yaşamaya başlar. Her hayvanla iyi geçindiği için pek çok hayvan sık sık geyiğin ziyaretine gelir. Zamanla her gelen hayvan bu güzel otlardan tatmaya başlayınca kısa süre sonra tüm otlar biter. Geyik hastalıktan kurtulur ama yiyecek hiç bir şeyi kalmadığı için bir süre sonra açlıktan ölür.
Çıkarılacak ders: Cömert ol ama her geleni de dostun sanma.

Bir gün fareler bir araya gelirler ve başlarına musallat olan bir kediden kurtulma planları yaparlar. Pek çok fikir öne sürülür. Hiçbiri kabul görmez. En sonunda genç bir fare kedinin boynuna bir çan asmayı önerir. Böylece kedi kendilerine yaklaşırken farkına varacak ve kaçabileceklerdir. Bu öneri fareler tarafından alkışlarla onaylanır. Bu arada bir köşede sessizce onları dinlemekte olan yaşlı bir fare ayağa kalkar ve bu önerinin çok zekice olduğunu, başarılı olacağından hiç kuşkusu olmadığını belirtir. “Fakat.” der, “Kafamı bir soru kurcalıyor. Aramızdan kim kedinin boynuna çan asacak?”
Çıkarılacak ders: İyi bir plan yapmak ayrı, o planı gerçekleştirmek ayrı.

Bir okurum mail olarak göndermiş.
Dikkate değer diye düşündüm.

29 Ocak 2010 Cuma

Bakan Neden Sessiz?

Gösterilen tepkiler dolayısıyla olsa gerek lutfetmiş meclise asker davet etmişler ilgili komisyon üyeleri.
Amaç şu pek tuhaf Silah Kanunu Tasarısı’na ilişkin fikir ve önerilerini almakmış.
Bilindiği üzere bu oldukça düşündürücü tasarı ile MİT ve Emniyet’e ağır silah ithal etme yetkisi getiriliyor, askeri personele ait olan bireysel silahların kontrolü de valilere devrediliyor.
Tabii tasarı bu haliyle yasalaşırsa.
Askerler komisyonda yüksek sesle itiraz etmiş, “Her şeyi elimizden alıyorsunuz. Yeter artık.” demiş.
Vekiller ise görüşlerinin dikkate alınacağı sözünü vermiş.
Ancak gelin görün ki güzel ülkemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bu konuda tek kelime etmemiş.
Sessizliği tercih etmiş.
Doğrusunu isterseniz tasarı ne kadar tuhafsa ülkenin savunmasından sorumlu makamın sessizliği de o kadar tuhaf!
İnsanın aklına adeta dayatma ürünü olarak hazırlanıp ülkenin önüne konan tasarıyı sayın Bakanın da mı desteklemediği düşüncesi geliyor.
Acaba kendisi de mi bu tasarıdan rahatsız?
Mecburiyeten mi buna katlanmak zorunda?
Dayatanların baskısı Başbakan’ın sırtında Başbakan da sayın Bakan’ın mı acaba?
Aslında işi gerçekten çok zor.
Adeta iki arada bir derede kalmış durumda!
Bir yanda siyasi yaşamının bağlı olduğu iktidar ve iktidarın bu konudaki tuhaf kararlılığı diğer yanda böyle bir yasanın çıkması halinde ortalığın karışacağını açıkça beyan eden ordu.
Yine de sessiz kalmaması hakikatte ne düşündüğünü açıkça ortaya koyması gerekli.
Basın önünde sorulara verilmiş zoraki ve kaçamak cevaplarla konu geçiştirilmemeli.
Çünkü konu geçiştirilemeyecek kadar hayati.
Tarihi.
Kaldı ki tasarı bu haliyle geçerse ve Türkiye’de TSK’nın dışında ikinci, üçüncü büyük güçlerin oluşumuna izin verilirse, helede bu güçlerin tamamen siyasi erke bağlı olacağı düşünülürse tarih bu sessizliğe acı bir çığlıkla karşılık verecektir.
Dileğimiz bu çığlığın hiç ama hiç gerçekleşmemesidir.

28 Ocak 2010 Perşembe

Hakikaten Yuh Artık!

Dün Milliyet’ten Ali Eyüboğlu’nun yazısını okuyunca aynen böyle dedim.
Hatta içimden birkaç kere de tekrar ettim.
Sonra da bu konu üzerinde bir iki kelam da ben etmeliyim dedim.
Konu şu: reyting uğruna toplumun temel yapısı ile bağdaşmayan yapımlara imza atarak kazancına kazanç katıp sonra da magazin dünyasında caka satan yapımcı Fatih Aksoy, dünyayı ters yüz edecek, çağ açıp çağ kapatacak (!) türden bir buluşa imza atacakmış.
Geçtiğimiz günlerde özgürlüğüne kavuşan Mehmet Ali Ağca’ya yakında başlayacak dans yarışmasında jüri üyeliği düşünmüş hatta bu iş için 500 bin dolarlık bir de teklif yapmış!
Bu duruma inanamayan Eyüboğlu da açmış sormuş Aksoy’a olayın aslını astarını.
Cevap oldukça vahim!
“Haber doğru değil. Ama adam cinayet işledi, 30 yıl yattı bir 30 yıl daha mı yatıracağız. Para teklifi yapmadık. Yarışmacı olarak adı geçti.”
Ve devam etmiş muhterem, bu göz yaşartıcı söylemine.
“Ağca sadece Türkiye’de değil, dünyada tanınan biri. “
Dünyada tanınan!
İşte işin özü bu cümledir.
Aksoy nihayetinde bir yapımcıdır ve projelerinin ses getirmesini, televizyonlarda izlenirliliğinin yüksek boyutlarda olmasını elbetteki isteyecek, düşünecek, planlayacaktır.
Hatta bazen toplumun değer yargılarını göz ardı etme pahasına yapacaktır bunu.
Yapıyor da…
Yapılıyor da…
Aslolan daha fazla para kazanmak daha lüks içinde yaşayıp daha cafcaflı bir hayat yaşamak değil mi nihayetinde!
Evet.
Toplumun canına okunmuş kimin umrunda?
Her neyse gelelim biz malum konumuza.
Ağca dünyaca tanınan bir isim.
Evet.
Peki ne diye tanınıyor bu kişi dünyaca?
Papa’ya suikast düzenleyen, sonra da hücresinde Papa ile yarım saat sohbet edip Time dergisine kapak olan bir TÜRK.
Sonra “Mehdiyim-mesihim” açıklamalarıyla gündem yaratıp ardından Hristiyanlığın öncüsü sayılan Pavlos’a hayranlığını dile getirmiş bir TÜRK.
Dünya onu böyle tanıyor.
Biz daha fazlasını da biliyoruz.
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi suikastının tetikçisi.
Ve şu an herkesin gözü onun üzerinde.
Ne söylese olay olacak ne yapsa dünya konuşacak.
İşte Aksoy gibi birileri de “Adam bir 100 yıl daha mı yatacak.” diye olayı angaje edip servetine servet katacak.
Hayatlarına kastedilmiş insanlar mı?
Kimin umrunda.
Özellikle bu yapımlar nedeniyle geleceklerini saçma sapan şov programlarında şöhret peşinde koşmakla kurmaya çalışan gençlerin manen daha da batması hatta yerin dibine girmesi mi?
Kimin umrunda.
Aslolan para.
Daha fazla para.
Dünyalar kadar para.
Boşuna mı söylemiş atalarımız “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” diye!
Belli ki Aksoy da esirgememenin uğraşı içinde.
Eyüboğlu yazısı içerisinde “Yuh artık” dediği için özür dileme gereği duymuş.
Düşündüm ben de yapmalı mıyım diye.
Sonunda verdim kararı mı.
Özür dilemek gerekli elbette.
Özür dilerim ama daha çok gençlerden.
Yazımın başlığında kullanmak zorunda kaldığım bu kötü örnek oluşturan sözcük yüzünden.

Başbakan Kime İnanıyor?

Balyoz Darbe Planı öyle bir noktaya taşındı ki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ilk gün yaptığı yazılı açıklamaya rağmen gazetecilerin karşısına geçip yumruğunu masaya vurmak zorunda kaldı.
Bir ülke düşünün ki ordusunun en üst kademesi açıklama yapsın ancak buna komplo teorici aydın takımı itibar etmesin yıpratma kampanyalarını daha da ileriye götürerek kurumsal suçlamaya dönüştürsün.
Bu zümrenin Başbuğ paşanın açıklamalarını yine kendilerine has müthiş kıvırma ya da salağa yatma becerileri ile görmezden gelip bildiklerini okuyacakları malum ama birkere daha altını çizmekte fayda var bu sütunlarda da.
En can alıcı sözleri şüphesiz camii bombalama iddialarına yönelik söyledikleri idi.
“Arkadaşlar! Biz askerini savaşa Allah Allah diye nidalarıyla gönderen bir orduyuz. Böyle bir ordu Allah’ın evi olarak kabul gören camileri bombalamak gibi insafsızca bir plan yapabilir mi?”
Sonra ekledi elini kürsüye defalarca vurarak.
“Vicdansızlıktır. Lanetliyorum.”
Ve pek çok şey söyledi.
Konuşmasının sonuna doğru ise Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a üzerinize düşeni yapmıyorsunuz demeye getirdi.
“Bu yıpratma kampanyaları ile biz TSK olarak mücadele ediyoruz, edeceğiz de. Ancak bizim dışımızda da devlet tarafından bu mücadele yürütülmeli.”
Başbuğ paşa devletin üst kademesine bu konudaki rahatsızlıklarından bahsettiklerini söyledi açıkça ama bir sonuç alınamadığını da ortaya koydu.
Doğrusu buna şaşırdığımı söyleyemem.
Ancak yine de bu haykırışlara devletimin en yetkin ismi nasıl karşılık verecek diye merak da etmedim değil hani.
Acaba bir yerlerde çıkıpta bu çirkin ama bilinçli kampanyaları kınama yoluna gidilir mi diye düşündüm.
Ya da bu konuda bir soru sorulur da sayın Başbakanımız da “TSK ne diyorsa odur. Bu konu kapansın. Benim onlara inancım tamdır.” der mi dedim pek de ümidim olmayarak.
Beklentilerimin fazla iyimserlik olduğunu ise çok geçmeden anladım.
Sayın Başbakan önce Sakarya’da konuştu.
Sonra Memur-Sen’in “Uluslararası Demokrasi Kongresi’nde.
Sonra da Valiler Toplantısı’nda.
Ne mi dedi?
Birçok şey söyledi ama birkez olsun “Orduma güveniyorum. Böylesine asılsız iddiaların amacı bellidir” türünden kesin, net sözcükler söylemedi.
“Kirli senaryo” dedi hatta.
Kışkırtmalardan bahsetti hiç kimsenin bu türden oyunlarla bir yere varamayacağından bahsetti.
“Kim ki emaneti gaspetmeye yeltenir karşısında önce bizi bulur sonra da milleti. “ diyerek de aba altından sopa gösterdi.
Sanırım Başbuğ paşa da devlet üzerine düşeni yapmıyor derken bu türden yaklaşımları kastetti.

27 Ocak 2010 Çarşamba

CHP'de Kongre Var! Gazanız Mübarek Olsun...

CHP İzmir teşkilatında kongre süreci tüm hızıyla sürüyor.
Olaylı Buca kongresini Bornova takip etti ve tahmin edebileceğiniz gibi bu kongre de olaylı geçti.
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ile İl Başkanı Nalbantoğlu’nun desteklediği belirtilen Enver Dündar ipi göğüsledi.
Diğer aday Ertürk Çapın ise destekçileri MYK Üyesi Mehmet Ali Susam, eski İl Başkanı Kemal Karataş ve Bornova Belediye Başkanı Kamil Okyay Sındır’ı sevindiremedi.
Konumuz şu veya bunun kazanıp kazanmaması değil.
Konumuz kavga müptelası bir takım adamlar ve bu adamların CHP’ye verdiği akıl almaz zarar.
Çünkü maşallah diyesi geliyor insanın.
Tek adayla da girilse rakipler de olsa bir gerçek hiç ama hiç değişmiyor.
Partililer mutlaka bir kavga nedeni buluyor.
Ertesi günde gazeteler kongreyi sayfalarına “CHP’liler yine kavga etti” başlıkları ile taşıyor, televizyonlar çıkan olayları, arbedeyi tüm ülkenin ilgisine sunuyor.
Bornova kongresinde de bazı kendini bilmez partililer kantarın topuzunu kaçırıp görev yapan gazeteci arkadaşlarımızı şiddet üzerine inşa edilmiş dünyalarına katmak istemişler.
Aziz başkan bu muhteremlerin yerine özürdileme büyüklüğünü göstermiş de olay tatlıya bağlanmış.
Sağolsun sayın başkan ama CHP’nin her kongresi böylesi seviyesizlikler, böylesi aymazlık ve kendini bilmezliklerle mi gerçekleşecek?
Her CHP kongresi hiziplerin, çıkar kavgalarının, koltuk sevdalılarının damga vurduğu bir savaşa mı dönüşecek.
Hani az çok bu işin içindeyiz ve öyle dışarıya söylendiği gibi birlik beraberlik hikayelerinin söz konusu olmadığını biliyoruz.
Fırsatı bulunsa yıllarca aynı dava peşinde koşturan iki arkadaşın birbirlerinin gözlerini oymaktan çekinmeyeceklerini de biliyoruz.
Siyaset denen illetin özellikle alt kadrolarda sadece ve sadece kişisel hırstan ibaret olduğunu halka hizmetin bireysel menfaate ters düşmediği ölçüde geçerlilik kazandığını da biliyoruz.
Bunları biliyoruz bilmesine de alenen ve açıkça ortaya konulmasına bir anlam veremiyoruz.
Kavgaların, hiziplerin, menfaat çatışmalarının bu denli yüksek oranda seyrettiği bir partide acı olan şu ki buna sebep olanlar sonrasında çıkıp Genel Başkanlarını eleştirebiliyor, o partinin başından gitmedikçe kendilerine iktidar yolunun gözükmeyeceğini söyleme pervasızlığını gösterebiliyorlar.
Henüz üç ay önce kurulmuş bir partinin iktidara gelmesini, sonrasında yüzde 47’lere varan oya ulaşmasını CHP’nin ise yüzde 21’lerde kalmasını Deniz Baykal’a maledebiliyorlar.
Kimse kusura bakmasın ama şu bir gerçek ki; CHP’ye verilen yüzde 21’lik oyun tamamına yakını sadece ve sadece Deniz Baykal’ın liderliğinedir.
Bu oy oranında örgütünün payı yok denecek kadar azdır.
Çünkü örgütü onun hızına ulaşamamış hatta onu anlayamamıştır.
Deniz Baykal, partiler üstü bir siyaseti kendine hedef olarak benimsemişken örgütü sen ben kavgası ile bu hedefe rakiplerinden çok daha fazla zarar vermiştir.
Hala da vermektedir.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Bir Televizyon Klasiği: Polis-Vatandaş Skeci!

Önceki gün bir haber vardı ekranlara yansıyan.
Polis yol kontrolü yapıyor, 21 plakalı bir araç çevriliyor ve ehliyet ruhsat deniyor.
Bu sırada sürücü ile polis arasında gerginlik yaşanıyor.
Sürücü araçtan indiriliyor, aranmaya başlıyor.
Sinirlenen sürücü polise “Vatan hainleri” diye bağırıyor.
Sözü hak etmediğini düşünen polisler de anında sürücüyü yere yatırıp kelepçelemeye çalışıyor.
Sürücünün eşi feryat figan içerisinde araçtan inip polislere ne yapıyorsunuz diye soruyor.
Polis ile sürücü arasındaki söz düellosu ise sürüyor.
“Vatan haini nasıl dersin. Senin din, dil, ırk ayrımı yapmak gibi bir hakkın yok hemşerim” diyor polisin biri.
Yerde debelenen yüzüstü yatar vaziyetteki sürücü ise bağırıyor, “Gazeteci, gazeteci yok mu” diye.
Cevabı polis veriyor:
“İşte burada söyle ne söyleyeceksen.”
Sürücü “Diyarbakırlıyım” diye haykırıyor alabildiğine.
“Bütün bunlar bu yüzden başıma geliyor. Plakam 21 olduğu için. Diyarbakırlı olduğum için. Tek suçum Diyarbakırlı olmak” diyor yere kapaklanmış bir şekilde.
“Bölücülük yapıyorsunuz” diye de ekliyor son bir hamleyle.
Bu sırada olay yerine bir başka ekip geliyor.
Sürücünün eşi amirin önüne atlayıp başlıyor anlatmaya.
“Biz hastaneden geliyorduk. Dur dediler durduk başka bir şey yapmadık.”
Nihayetinde adam yerden kaldırılıyor, eşi ile birlikte ifadeleri alınmak üzere doğruca karakola yollanıyor.
Şimdi iki olguya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Birincisi polisin görev anlayışı.
Bu kolluk kuvvetlerimizin zaman zaman kantarın topuzunu kaçırdığını hepimiz biliyoruz.
Görevlerinin ne denli zor olduğunu da.
Ancak vurgulamak istediğim şu!
Nedense bu görüntülerin önüne bir türlü geçilemiyor.
Hatta bu türden görüntüler gün geçtikçe daha da çoğalıyor
Onca hizmet içi eğitim veriliyor, hatta artık her önüne gelenin bu meslekten olmaması için eğitim standartı yüksekokul seviyesine taşınıyor ancak üçüncü dünya ülkesi görüntüleri yine de son bulmuyor.
Gelişmiş ülkeleri düşünün bir an için.
Bugüne kadar bir defa olsun rastladınız mı?
Rastlayamazsınız.
Çünkü görev tanımı oldukça açıktır, görevliler de bunu nasıl icra edeceğini bilir.
Karşınızdaki suçlu ise diyaloğa girmezsiniz.
En basitinden suçunu söyler, belki biraz filmvari olacak ama haklarını sayar sonra da tek kelime etmeksizin takarsınız kelepçeyi tutar ilgili birime götürürsünüz.
Dakikalarca kameralar önünde komedi filmlerini aratmayacak türden rica minnet gözaltına alma sahneleri yaratmaz, polis-zanlı skeçleri oluşturulmasına imkan tanımazsınız.
İkincisi ise “Diyarbakırlıyım” diyen sürücünün alenen bölücülüğe kılıf bulmasıdır.
Bu yaptığı kesinlikle haksızlığa uğramış bir vatandaşın isyanı değildir.
Böyle düşünülmemelidir.
Bu açıkça topluma nefret tohumları ekmektir.
Bu açıkça bu ülkede ırk ayrımı yapıldığını Diyarbakırlı ya da o bölgeye mensup insanların güvenlik kuvvetlerimizce bu türden yaptırımlara maruz bırakıldığını gösterme çabasıdır.
Hatta ve hatta bu bölücülük propagandasıdır.
İnternet ve televizyonlarla dünyanın avuç içi kadar küçüldüğü bir zamanda ülkenin bu türden bir manzaraya ve de suçlamaya maruz bırakılmasına kimsenin hakkı yoktur.
Ne sıradan bir vatandaşın ne de o vatandaşın can güvenliğinden sorumlu polis arkadaşların.

24 Ocak 2010 Pazar

Kozmik Patatesler ve Halkın Ordusu!

Anketlerin değişmez sorularından biridir yapılmaya başlandığı günden bu yana.
“Türkiye’nin en güvenilir kurumu hangisidir?”
Ya da şöyle sorulur seçenekleri de tek tek sıralanarak.
“ Türkiye’de güvendiğiniz kurumlar arasında sıralama yapsanız birinci sırayı kim alır?”
İşte bu soruların yanıtı dün de bugün de hiç değişmemiştir.
“Türk Silahlı Kuvvetleri.” cevabı verilmiştir yüzde 90’ı aşkın bir çoğunlukla.
Nam-ı diğer Türk ordusu, vatan toprağının koruyucusu, milletin başlıca güvenlik unsuru.
Halkın kanaatini bu türden saldırılar azaltmayı başaramamıştır.
Hatta bir dönem içindeki cuntacıların yarattığı kaotik durumlar da ona bakışı değiştirmemiştir.
1960, 1971, 1980 gibi ortalama 10 senede bir darbeler yapması, 1997 yılında tankları yürütüp muhtıra vermesi de ona olan güveni alıp götürmemiştir.
Çünkü zaman zaman yanlışlar da yapmış olsa çok iyi bilinir ki; Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde ayakta TürkiyeCumhuriyeti.
80 yılı aştı, 100. yüzyıl kutlamalarına da ramak kaldı.
Bilinir ki yok olmak üzere olan bir imparatorluktan bugünkü hür ve bağımsız devleti halkıyla bütünleşen bu ordu var etmiştir.
Bilinir ki Sarıkamış’ta henüz çocuk yaştaki binlerce genç vatan uğruna soğuktan titreyerek can vermek zorunda kalmıştır.
Bilinir ki Çanakkale destanı sel olup akan Mehmetçiğin kanlarıyla yazılabilmiştir.
Bilinir ki bırakın postalı yırtık bir çarık dahi bulamadığı için ayakları parça parça olmasına rağmen hayatındaki en değerli varlığını, canını ortaya koymuş yiğitlerden oluşmuştur.
Bilinir ki böyle bir güç ve kudret olmadan varolamazsınız bu ateş çemberinde.
Bilinir ki dünyanın pençelerini üzerine saldığı ve de kimselere bırakmak istemediği bu coğrafya da bir tek şekilde yaşanabilir bir tek şekilde yaşamanıza izin verilebilir.
Askeri varlığınızla.
Ve bir de peygamber ocağıdır halkın manevi dünyasında.
Ölüm bile yok etmez o ocağa, o kuruma olan bağlılığı.
Şehadetle Cennet müjdesi vardır sonunda.
İşte bu yüzden ne ‘balyoz’lar ile sarsılabilir bu güven ne kozmik oda aramalarıyla yıkılabilir içten.
Sahi ne çıktı bu aramalarda?
Hani suikast planları vardı birilerine?
Yokmuş değil mi?
Ne varmış peki?
Koca koca kozmik patatesler!
Yenir mi dersiniz?
Şahsen biz yemediğimizi baştan söylemiştik!

23 Ocak 2010 Cumartesi

Ey Halkım UNUTMA BUNLARI!

24 Ocak 1993’tü zaman.
Durmadı o an, uyarmadı, bağırmadı ne o ne de bir başkası arkasından.
“Dur! Gitme, binme arabana. Kan akacak kan.”
Demedi, diyemedi kimsenin aklına gelmedi, getirilmedi.
Alıp götürdüler bir güzel yiğidi.
Acaba suçu neydi ki?
Bankalar mı hortumlamıştı?
Yoksa, yoksa bir tuhaf özelleştirmeler yapıp da etrafına, çevresindeki dalkavuklarına peşkeş mi çekmişti?
Yetim hakkı mı yemişti, yoksa milyon dolarlarını saklayacak hanlar hamamlar mı dikmişti?
Vaadler deryasında dolaşıp halkına ipe sapa gelmez sözler mi vermişti?
İstediği olunca da sırtını dönüp canınız cehenneme mi demişti yoksa?
Ne şiş yansın ne kebap diyen eyyamcı takımına mı özenmişti acaba?
Suçu neydi ki bu garip gazetecinin?
Yoktu di mi?
Yoktu biliyoruz bir suçu?
Suçu yoktu ama birilerinin tekerine de çomak soktu.
O yüzden yaşamamalıydı, o yüzden yok olmalıydı.
Kalemini artık oynatmamalıydı.
Halkını uyandırmamalı, çenesini kapatmalıydı.
Kapatıldı.
Fiziken başarıya da ulaşıldı.
Bedeni, manevi hayata taşındı.
Peki yok mu oldu?
Elbetteki olmadı.
Hatta var olduğundan daha fazla var oldu.
Daha da yer etti belleklerde, yüreklerde.
O artık milyonların gönlünde.
Kalplerde.
Ne demişti biz gençlere ve milletine?
“Unutmayın, uyumayın.”
Ve ne yazmıştı bir defasında?
“Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...”

22 Ocak 2010 Cuma

Ama'lar ve TSK

“Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratıp, toplum nezdinde değerini düşürmeye yönelik her türlü girişime elbetteki biz de karşıyız ama…”
Böyle diyorlar özellikle Ergenekon denen bir garip muammanın ortaya çıkışından bu yana hemen her olayı TSK’ya atfedip ya da onla bağdaştıran dışarıdan kotarılmış demokrasi havarileri.
Ama deyip başlıyorlar kin kusmaya güzel ülkemin “dosta güven düşmana korku salan” en güvenilir kurumuna.
Nam-ı diğer peygamber ocağı ordumuza.
Ama diye çevirip devam ediyorlar.
Ama TSK cuntacılarla dolu.
Ama TSK 12 Eylül’den ders almadı.
Ama TSK ülkeyi en az 20-30 yıl geriye götüren 12 Eylül sonrasında 28 Şubat sürecini yaşattı.
Ama TSK durmak bilmedi, 27 Nisan muhtırasını yayınladı.
Ama TSK Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı izletti.
Ama TSK kozmik odalarında darbe planları saklıyor.
Ama TSK hükümete karşı, hükümeti yıkmayı planlıyor.
Ama TSK sivil otorite üzerindeki vesayetini korumanın uğraşı içinde.
Ve son ama TSK Fatih Camii’ni bombalayacak, kendi jetimizi yok edecek, milletin başına balyoz indiricek.
Ama, ama, ama…
Ne amaymış ama!
Acaba diyorum bu ama (!) efendiler, bunları söylerken içlerinde söylemeye cesaret edemedikleri amalar da mı barındırıyorlar?
Hani acaba şöyle mi demek istiyorlar içlerini kemiren o rahatsızlığa binaen.
Ama TSK, Türkiye Cumhuriyeti’nin şu an için yegane koruyup kollayıcısı.
Ama TSK rejimin bekası, vatanın en büyük savunucusu.
Ama TSK Atatürkçü, laik ve çağdaş düzenden yana ve asla taviz vermiyor.
Ama TSK varken ülkede ne biz ne de iktidar istediği gibi at koşturamıyor.
Ama TSK varolduğu sürece en azından bu gücünü devam ettirdiği müddetçe biat ettiğimiz batılıların misyonu yerine gelmiyor.
Ama TSK varken polis devleti sözde kalıyor.
Ama TSK varken emrimiz altına alıp mevcut düzeni alt üst etmesini isteyeceğimiz ikinci ordu kurulamıyor.
Ama TSK varken Başkomutanı Atatürk’e dokunulamıyor.
Ama yeter TSK.
Ama canına okuyacağız TSK.
Ama sana daha fazla tahammül edemiyoruz TSK.
Ama’lar ortada.
Sizce de bu muhteremlerin ama ile başlayan cümleleri aslında içten içe besleyegeldikleri kinlerinin bir yansıması değil mi?

21 Ocak 2010 Perşembe

Vurun 'BALYOZ' ile TSK'ya

Yine malum gazete ve yine sadece belli bir zümrenin kinlerini tatmin edecek türden haber.
Konu gazetenin değişmez argümanı: “DARBE”
Darbenin adı “BALYOZ”
Balyoz’un planlayıcısı eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan.
Bu haberi yaparak Doğan’a dolayısıyla da TSK’ya balyozu indiren tabiî ki alnı şanlı gazete TARAF (!)
Ülkenin kendini demokrat olarak niteleyen kesimi yeniden “Kahrolsun DARBE” nutuklarına başladı zaman kaybetmeksizin.
Nazlı Ilıcaklardan Abdurrahman Dilipaklara, günümüzün modern kahini konumundaki Nuh Gönültaş’tan radikalitenin bile ötesine geçmiş Vakit gazetesinin kendi deyimiyle sakıncalı yazarı Sibel Erslan’a kadar herkes yeniden başladı öfkelerini kusmaya.
Çünkü bu muhteremler güya plan çerçevesinde başlarına balyoz indirilecek demokrat arkadaşlar arasında gösterilmiş, isimleri mevcut listeye yerleştirilmiş.
Bu isimlerden bazıları ise çıkıp muhataplarına seslenmiş.
“Muhatabı açıklama yapsın” demiş.
Yani adını bile ağzına almaktan iğreti duyduğu TSK’ya sana söylüyorum demeye getirmiş, “Bunlar yalan” şeklinde açıklama istemiş.
Sağ olsun güzel ülkemin güzel ordusu da bu isteğe “Peki” demiş ve varlığını kabul ettiği plana dair açıklamasını da tüm basına geçivermiş.
Özeti şu: “ Bu bir Plan Semineri idi ve 2003-2006 yılları Tatbikatlar Programı'nda yeralmıştı. Seminerin gayesi, dış tehdide ilişkin olarak hazırlanan Harekât Planları'nı geliştirmek ve ilgili personelin eğitimlerini sağlamaktı. Ayrıca sıkıyönetim konuları üzerinde de durmaktı.”
Ve devam etmiş, yaşanan bu tartışma ve kamuoyunu yanıltma çabalarına son derece anlamlı bir ifadeyle vurgu yaparak.
“Bu Plan Semineri'ne ilişkin olarak ortaya atılan iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir. "
Olay bu kadar açık ve net.
TSK yok diye inkara kalkışmıyor, hatta varlığını kabul edip gerekçesini de ortaya koyuyor.
Peki açıklama isteyen bu zevat itibar edecek mi dersiniz buna?
Tabiî ki hayır.
Çünkü onların amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmek.
Hazır bulmuşken bir tuhaf balyozu TSK’ya alabildiğine darbe indirmek.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Çikolata Alamayız IMF ile Anlaşıyoruz!

Güzel ülkemin AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış, “AB bizi önemsemeseydi milyarlarca Euro’luk fonları Türkiye’ye aktarmazdı.” demiş.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, karşısında bayılan şehit anne ve baba nezdinde tüm ebeveynlere seslenmiş, “terör bitecek” demiş.
Başbakan Tayip Erdoğan, birkaç ay önce dostluk görüntüleri sergilenen Ermenistan’a uyarılar yapmak zorunda kalmış.
CHP’li Hakkı Süha Okay, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın ‘ahmak’ suçlamasına “Sen de Recep İvedik’sin o zaman” sözleriyle karşılık vermiş.
MHP lideri Devlet Bahçeli, hükümete seslenmiş, “Seninle Anayasa falan değişmez. Otur oturduğun yerde” demiş.
CHP lideri Deniz Baykal, yargının üzerindeki baskılardan dem vurup hükümete “Elini yargının üzerinden çek.” diye seslenmiş.
Milli Savunma Bakanı Gönül, Ağca’nın tanısından bahsetmiş bir başka bakan “Ocak sonunda tamamlanacak Alevi Çalıştayı ile bin 400 yıllık sorunu aşacaklarını iddia etmiş.
GDO’lu ürünlerin kapsamı genişletilmiş, Dünya Bankası’ndan muhteremler yine ekonomimizin iyiliğine dikkat çekmiş.
Bir de güzel ülkemin güzel kentlerinden Balıkesir’de bir anne sinir krizi geçirmiş.
Çünkü 4 yaşındaki minik kızı “Anne bana çikolata al” demiş.
Çikolatanın fiyatı 50 kuruşmuş, gelin görün ki ne anne de ne de anneanne de bu kadarcık para bile yokmuş.
Sus demiş olmamış, sonra alırız demiş susmamış Selincik.
Çocuk bu dinler mi yokluğu?
Dinlemez elbet.
Basmış yaygarayı o da.
Anne çaresiz, dayanamamış.
Düşmüş sonunda.
Birileri gelmiş müdahale etmiş, rahatlatıp evine göndermiş.
Selin’e istediği çikolata alınmış mı bilmiyoruz.
Haber de bahsedilmemiş…
Bahsedilmeyen bir şey daha var.
Selin’i ne yapıp edip bulmalı devletimin idarecileri.
Annesini de tabii.
Bulmalı ve sonrasında karşılarına geçip Avrupa Birliği demeli.
IMF ile anlaşıyoruz diye müjdeler vermeli, rakiplerine veryansın etmeli.
Biri birine “Ahmak” demeli diğeri ucube tipli “İvedik” nitelemesi ile gecikmemeli.
Sonra Selin’in yanağından makas almalı, “Yavrum Anayasamız değişmeli” diye anlatmalı.
Yargının halinden yakınmalı.
Ağca’nın raporunu açıklamalı.
Bizler sizler için varız hikayesini de anlatıp en azından Selin’e 50 kuruşluk bir çikolata almalı.
Genç anne de içten içe ettiği veryansınını hakedenlerin gözlerinin içine bakarak aktarmalı.

19 Ocak 2010 Salı

Kurtlar Vadisi ve ŞİDDET

Şiddete davetiye çıkarıyor diye bazı kesimlerce tukaka edilen ama aynı ekranlardan ensest ilişkilerin son derece normalmişcesine yansıtılmasına ses çıkarmayıp bir de bunu sanat eseri olarak lanse eden zavallılara yönelik yazıyorum bu satırları.
Önceki gün ekrandaydı “şiddet kültürü yaratıyor” denilen Kurtlar Vadisi’nin senaristleri.
Bahadır Özdener ve Cüneyt Aslan.
Dobra dobra yanıtladılar Ali Saydan ve Özlem Gürses’in sorduğu her soruyu.
Samimi ve içtendiler.
Demogoji yapmadılar, takiyyeye sığınmadılar, köşe bucak kaçmadılar.
Bahadır Özdener, “şiddet aşılıyorsunuz” eleştirilerine çarpıcı bir yanıt verdi anlayanlar için!
“Eğer dizide yer verilen şiddetten dolayı insanlar bu kültürü ediniyorsa Hollywood yüzünden Amerika Birleşik Devletleri’nde insan kalmazdı.”
Yeterince gerçekçi bir yaklaşım.
Kendimizi bildik bileli şiddetin eksik olmadığı Hollywood yüzünden insanlar şiddete kanalize olmadı hatta sektör öyle bir hale geldi ki ülkenin ideallerini ve gücünü tüm dünya üzerinde beyaz perdeden hissettirmeye başladı.
Kitleler Amerika’nın büyüklüğünü ilk o beyaz perde karşısında sonra da tv ekranlarında kanıksamaya başladı.
Daha doğrusu “Biz büyüğüz ve dilediğimiz her şeyi yapabiliriz” imajı ile milyarlarca insanın zihinleri daha o anlarda esir alındı.
Ve hala da alınıyor.
Hollywood dünyanın dört bir yanında operasyonlar yapıyor, uydu bağlantıları ile tüm dünyayı izleyebildiği mesajını veriyor, askeri ve teknik özgürlüğünün sınırsız olduğunu işliyor her yeni neslin zihinlerine.
Sonrası malum.
“Her ne olursa olsun asla ama asla Amerikalılara kafa tutamayız” diyen bireyler yetişiyor, küresel güçle mücadele daha ilk dakikadan itibaren zihinlerde kaybediliyor.
İşte Kurtlar Vadisi dizi ve filmleri de bu anlamda büyük bir önem arzediyor.
Yayınlandığı günden bu yana izleyici kitlesi hiç ama hiç azalmıyor, reytingler de hep başı çekiyor.
Çünkü Türklerin uçlarda yaşadığı fikrini ezip, geleceğe dair A ve B planlarının olduğunu, strateji üretebildiklerini ortaya koyuyor.
En azından bu fikri belleklere işliyor.
Son birkaç yıldır ise bunu ülke sınırlarının dışına taşıyor.
Arap ülkelerinde ve Türki Cumhuriyetlerde Türkiye’ye olan ilgi ve güven bazı akıllıların tukaka etme zavallılığına düştüğü bu görsel şov sayesinde artıyor.
Amerika’nın yaptığını artık Kurtlar Vadisi yapıyor.
Irak’taki acıyı ekranlara taşıyıp kitlelere Türkler var diyor, mafya liderine kol kanat germiş İsrail Konsolosluğu’na girip silah sıkarak gözü karalığımızı hatırlatıyor, siyasi mesajları ile Türk dünyasına yanınızdayız mesajları veriyor.
Kısacası bir Türk farkındalığı yaratıyor.
“Dosta güven düşmana korku salıyor.” beyaz perde ve televizyon ekranlarından.
Şimdi “Kurtlar Vadisi Filistin” projesi varmış ve merakla bekliyoruz.
Birileri de şiddetten uzak ensest ilişkiler ağı ile ya da aşiret propagandalarıyla dolu seyirlerine devam etsin.

Ahmet Altan ve ATATÜRK 2

Ne demişti Ahmet Altan, güzel ülkemin onu sevmeyenler için bile en azından derin br saygıyı hak etmiş kurtarıcısı Atatürk için?
… Korkunç bir baskı uyguladı.
Kürt liderlerini astı, Müslümanları gazeteler vasıtasıyla “irticacılar” olarak ilan etti, demokratları Meclis"ten attı, solcuları hapse koydu. ..
Açıkça söylemek gerekir ki, ulu önder çok da yumuşak davranmadı, oldukça sert ve amansız tutumlar da takındı dönemi içerisinde.
Ancak önemli olan bu tutum ve davranışlara niçin ihtiyaç duyduğu ve de kimleri kapsadığı.
Atatürk düşmanlığına bulaşmayan, onun kurduğu ülkeye ve rejimine yönelik artniyet beslemeyen ve objektif bir bakıç açısıyla analiz yapma yeteneğine sahip her birey için bu sert ve amansız tutumlara maruz kalmış olanlar açık ve seçik bellidir.
Örneğin saltanatçılardır.
Örneğin hilafetçilerdir.,
Örneğin şeriatçılardır.
Örneğin binlerce şehit kanına malolan, henüz yeni yeni temelleri atılmaya çalışılan devlete baş kaldırmış ve de dışarıdan kotarılmış isyancılar.
Keyfi idarenin bir daha hortlamaması, tamamıyla tarihe gömülmesineydi tüm çabalar.
Bazen normal zamanların mantığına da uymayabilir olağanüstü zamanlarda verilen olağanüstü kararlar.
Nihayetinde Atatürk ne el sürülmez, dokunulmaz bir tabudur ne bir veli ne de bir peygamberdir.
Milletinin bağrından kopmuş bir ulusun yok olma sürecini var olma mücadelesine çevirip bunu da başarıya ulaştırmış dahi bir kimliktir.
Ne güzel tarif etmişti Ruşen Eşref “Atatürk’ü Özleyiş”in de.
“ …. Saltanatları dört bir yana savurdu. Yurdunun ordusu mağlup düşmüştü; galip etti. Devleti yıkılmıştı; devlet kurdu. İdaresi bozulmuştu; düzgün etti.. Bağımlıydı; bağımsız etti. Yıkılan devlette hükümranlık bir tek sülalenindi. Kurduğu devlette hâkimiyet milletin oldu. Milletin adı devletin adı oldu... Ruhlar medreselerde küfleniyordu; kapılarını örttü.
Yurdunun erkekleri fes giyiyordu: kimi beyaz, kimi yeşil... Beğenmedi; şapka giydirdi... Anlattı ki: baş kılığı dünya işidir; ahret işi değil.. Anaların, kız kardeşlerin yüzleri siyah peçeliydi; bahtları çarşafları gibi karaydı... Çileleri çoktu, hakları az... Beğenmedi. Yüzlerini açtı, ak etti. Hakta onlara erkeklerle eşitlik sağladı; bahtlarını ak etti... Milletinin dili üçüzlü gibi olmuştu... Beğenmedi. Arındırdı, bir etti. Ayrılıklar istemedi; birlikler kurdu. Eskilikler, gerilikler istemedi; yenilikler, ilerilikler kurdu... Düşüklüğü sevmezdi; güçlü oldu. Haksızlığı sevmezdi; hak gözetti. Kendi devletini en büyük devletten asla aşağı görmedi. Kendi milletini, hiç bir an, dünyanın en onurlu milletinden asla geri, asla güçsüz görmedi, göstermedi.
Ruhlar uyardı; gözler açtı... Bahtsız milletlere baht yolu açtı. Dünyaya örnek gösterdi. İnsanlığa ders verdi... Ve, eyvah, ne çabuk dindi!..”
Bu satırları yetmez bir kere okumak.
Onlarca, yüzlerce kez okunup, kazınmalı belleklere.
Minicik yüreklere.
Atatürk ülküsü ile dolu gelecek nesillere.
Yapılmak istenen de bu ve benzeri satırları, günahıyla sevabıyla yazılmış bir destanı unutturmak bizlere.
Kanmayalım bu dışarıdan kotarılmış ya da tarihinden bihaber kalemlere.
Bir olalım, birlik olalım, yanlış da yapmış olsa Atamıza, ecdadımıza sahip çıkalım.

17 Ocak 2010 Pazar

Ahmet Altan ve ATATÜRK

Önceki gün Ülkü Karlı isimli bir okurumun gönderdiği mail ile haberdar oldum ilk kez.
Aslında takip etmeye çalıştığım acaba yine orduya, cumhuriyete, Atatürk’e ne türden dokundurmalar yapmış diye zaman zaman okumaya çalıştığım yazarlardan biridir Ahmet Altan.
Gönderilen ve Altan’ın imzası bulunan yazının başlığı: Büyük Selanik..
Altan bu yazısında Türkiye’yi büyük bir Selanik olarak resmetmiş, güzel ülkemin kurucusu ulu önder Atatürk’ü de bunu yaratma özlemi içindeki bir diktatör olarak tanımlamış.
İki büyük tutkusu var demiş.
Biri işte bu Selanik imiş diğeri de lider olmak.
Gelgelim lider olmayı başarmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışılmaz lideri olup amacına ulaşmış.
Lakin diğeri pek zormuş.
Zira hayali ülkede güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, köylerde vals çalan orkestralar, beyaz örtülü lokantaların olmasıymış.
Meğer ne kadar da sığ ve vizyon yoksunu bir kurtarıcımız varmış!
Neyse devam edelim biz hız kesmeden.
Çünkü Ata’ya saygısızlığın bini bir para.
Diktatörmüş bu yüzden de diğerleri gibi isteklerinin iyi olduğunu düşünüyor ama bu iyiliklerin yerine getirilmemesine de kızıyormuş.
Öyleki insanları zorla dans ettirmiş, zorla batı müzikleri dinletmiş.
Miş miş de miş miş…
Bitmedi dahası var bu yazıyı okumayanlar için…
Hayal ettiği ülkeyle yönettiği ülke uyuşmadığı için almış eline kırbacı önüne gelene savurmuş güya büyük Atatürk.
Kürt liderlerini asmış, Müslümanları ‘irticacı’ diye damgalamış, demokratları meclisten atmış, solcuları hapse tıkmış.
Durum böyle olunca da birileri onun için göstermelik bir Selanik yaratmış.
Adınada Türkiye Cumhuriyeti demiş.
Uzatmayalım artık günümüzde de Selaniklilerle Anadoluluların mücadelesi yaşanıyormuş.
Yaşı benden hayli büyük olan bu meslektaşım bu engin (!) görüşleri ile “Kemalizmden vazgeçmelisiniz.” diye atıp tutan Avrupalıları hatırlattı ilk anda.
Meğer kurtarıcımız bir diktatörmüş ve 72 milyon Türk evladı da körmüş!
Bir diktatör düşünün ki; “… Türkiye devletini kuran Türkiye halkında tacidar yoktur, diktatör yoktur… Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi ve vicdanıdır.” sözlerini sarfetmiş olsun.
Bir diktatör düşünün ki; “Milletimin egemenliği uğrunda canımı vermek benim için vicdan ve namus borcu olsun.” diyebilecek kadar dirayetli dursun.
Bir diktatör düşünün ki; kendisini diktatör olarak tanımlayan Amerikalı gazeteci Gladys Baker’a “Ben diktatör değilim… Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmederim.” sözleriyle ders verebilsin.
Bir diktatör düşünün ki; bağımsızlık uğruna son ümidini milletine bağlasın ve milleti de hem kurtuluş mücadelesinde arkasından yürüsün hem de 100. Yılına doğru ilerleyen genç cumhuriyete bu kadar sataşma, bu kadar pervasızlaşmaya rağmen ona duyulan sevgi dillere destan olsun.
Atamızı bu şekilde küçük görüp toplum nezdinde onun değerini ve verdiği mücadeleyi diktatörlüğün yansıması olarak gösteren hatta daha da ileri giderek güya masum insanları sırf kişisel hırsı yüzünden katleden bir despot olarak niteleyen bu anlayışa yanıtım bununla sınırlı kalmayacak pek tabiî ki ama bugünkü yazımı Amerikalı yazar Webster’in “Atatürk Türkiyesi’ adlı eserinden sözlerle noktalamak istiyorum.
“Musolini’yi kendi yurttaşları ayaklarından astılar. Hitler intihar etti, en yakınlarına cesedini yaktırdı; fakat milletinin zulmünü lanetleyen anıtlar dikmesini önleyemedi. Stalin’in en az 10 milyon masum yurttaşının katili olduğu açıklandı; cesedi Kremlin’den atıldı, heykelleri yıktırıldı.Aı kitaplardan, sokaklardan arındırıldı. Atatürk’ü köylüsü kentlisi, yaşlısı ve genci, kadını ve erkeği ile bütün millet gözyaşları ve sonsuz bir sevgi içinde uğurlarken, bütün dünya milletleri de onu aynı sevgiyle ve saygıyla selamlıyordu.”
Anlayana…

16 Ocak 2010 Cumartesi

Siyasi Atışmalar ve Teyo Pehlivan!

Maşallah siyasi tansiyonumuz hiç düşmüyor!
Hep yukarılarda seyrediyor.
O yüzden de uygulanan tedaviler zaman zaman ayağa kalkmamıza imkan tanıyorsa da uzun soluklu olmuyor.
Sorunlarımız çözüm bulmuyor ve yeniden kendimizi hasta yatağında buluyoruz ülke olarak.
Bakın ülkemizin anlı şanlı siyasileri ne kadar zarif ve kibarlar birbirlerine karşı!
Güzel ülkemin sayın Başbakanı, ana muhalefet lideri sayın Deniz Baykal için diyor ki:
“Ona öyle bir cevap veririm ki aslında amaaa, ama terbiyem müsaade etmiyor…”
Ne demiş sayın Baykal?
Brezilya’dan örnek vermiş, orada bir generale yönelik soruşturma talebi sözkonusu olunca ordunun üst kademesi istifa edeceği restini çekmiş. Sonucunda da soruşturmadan vazgeçilmiş.
Bunu bizde TSK’ya yönelik yaşanan durumla bağdaştırmış.
Doğrusu bu kadarı bile anlamamıza yetti sayın Başbakan!
Allah’tan daha fazla devam etmediniz!
Güzel ülkemin ‘kozmetik’ şakacısı, Başbakan Yardımcısı sayın Bülent Arınç, sayın Kemal Kılıçdaroğlu için “Muhatabım olamaz. Karşımda Baykal olmalı.” demiş.
Melih Gökçek ve Dengir Mir Mehmet Fırat’tan sonra kendisine Arınç’ı hedef almış Kılıçdaroğlu da altta kalmamış maşallah!
“Onun muhatabı olsa olsa sözünü geçiremediği, dediğini yaptıramadığı Zahid Akman olur.”
Ne nümayiş ama!
MHP’nin konuşma metnine en sadık lideri sayın Bahçeli, Başbakan Erdoğan’a çatmış:
“Türkiye’nin geleceğini tehdit eden en büyük risk Başbakan’ın ta kendisidir.”
Hitabep yeteneği herkesçe malum Başbakan durur mu?
“Sen hangi yüzle eleştiriyorsun.”
Eski yol arkadaşı Türkiye Partisi’nin çiçeği burnunda genel başkanı sayın Abdullatif Şener de kıyıdan köşeden sesini duyurmaya çalışanlardan.
“Başbakan ne söylerse tersini yapar.”
Cevap manidar: “Trenden inenle işim olmaz.”
Son sözü CHP’nin gözde siyasetçisine yani Kemal Kılıçdaroğlu’na söyletelim.
Geçenlerde katıldığı bir kongrede anlattığı fıkra ile.
"Erzurumlu Teyyo dayı uçak pilotu oluyor. Tayyip Erdoğan ve bakanları uçakta yolculuk yapıyorlar. Sayın Hüseyin Çelik diyor ki; ’Elimizde bir demet 100 lira var. Şehrin üzerinden geçerken atalım da insanlar sevinsin.’ Birisi ise , “Bölelim 50 lirayı atalımda daha fazla insan sevinsin.” diyor. Bir başkası başka bir teklifte bulunurken Teyyo dayı dayanamayıp kabinin kapısını açıyor. Ben hepinizi atarsam 70 milyon sevinir."

15 Ocak 2010 Cuma

Erken Seçim İle Kimi Seçeceğiz?

“Erken seçim, erken seçim…”
“Sandığa gitmekten korkmamalıyız, demokrasilerde sistem işlemez hale gelince bunu tercih etmeliyiz.”
34 yaşıma girmeye birkaç ay kaldı ama kendimi bildim bileli bu ülke defalarca bu sözlerle seçimlere sürüklendi.
Ve yine ana muhalefet lideri olsun diğer parti liderleri olsun erken seçim nutukları ile belirsizlik sürecini talep ediyorlar.
3.5 yıl geçmiş aradan kalmış 1.5 yıl ve seçim istiyorlar.
Evet ülkenin çok iyi idare edildiğini kimse söyleyemez.
İktidar başta TSK ve yargı erkleri olmak üzere neredeyse tüm kurumlar ile çatışma halinde.
İsrail ile restleşmeyi gelenek haline getirmeye başlamış durumda.
En büyük görev saydığı AB üyeliğini askıya alarak sonuçlandırdı.
20 ay boyunca IMF’e direnip en sonunda anlaşma yapacağını açıkladı.
Açılım denen süreci muamma haline dönüştürüp ülke de etnik ayrışmanın fitilini ateşledi.
Toplumsal olayların önüne set çekemedi, birileri ‘provoke ediyor’ gibi bahanelerin ardına gizlendi.
Ülkeyi günlerce GDO tartışmalarına boğdu ve hala kimse ne olduğunu kavrayamadı.
Artık dünyada da büyük ilaç firmalarının bir tezgahı olarak dillendirilmeye başlamış hastalık
için milyonlarca doz aşı alıp sonra da bunu halkına kullandırmayı başaramadı, olan ülkenin milyonlarına oldu.
Ergenekon denen sürecin iktidar muhaliflerini susturmak hatta bertaraf etmek için ortaya konan bir plan mı yoksa gerçekten devlet içine yuvalanmış bir terörsel oluşum mu olduğunu net bir şekilde ortaya koyamadı, yargılama adeta yıllara yayıldı.
Ülkenin güvenliğinden birinci derecede sorumlu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onay vermemesine rağmen hazırladığı tartışmalı tasarı ile Emniyet ve MİT’e ağır silah ithal etme yetkisi istedi ve bu silahların hangi sivil amaçlara hizmet edeceğini açıklayamadı ya da açıklamadı.
Evet tüm bunlar son genel seçimden bu yana yaşadığımız gerçekler.
Bunlar Ak Parti’ye oy da kaybettirmiş olabilir.
Ancak her seçimin hele ki erken seçimin bu ülke ekonomisine vurduğu darbe de yadsınamaz.
Ve konjöktür iktidarın oy kaybına uğradığını gösteriyor diye avuçlar ovuşturulamaz, zaten ağır aksak yürüyen ekonomi siyasi ranta kurban edilemez.
Nihayetinde bir iktidar var görevinin başında.
Ve ite kaka yürüyor siz muhalefetle.
3.5 yıl sürdü 1.5 yıl daha yürür elbette.
Kaldı ki bir değil on defa da yapılsa seçimler değişen çok bir şey olmaz bu sistemle.
Önce samimi olun değiştirin şu siyasi partiler kanunu birlikte.
Sonra dokunulmazlıklara el atıp, bu zırhın arkasına saklanmayacak isimleri katın partilerinize.
Ondan sonra seçim yapmak en kolayı.
Hem siz hem de sokaktaki vatandaş için…

14 Ocak 2010 Perşembe

İsrail'e ders mi, gündem değiştirmek mi?

Ortaçağ dönemlerinde tarikat şövalyelerinden kurtardığımız yakın tarihte ise Almanların soykırımından bize sığınan binlercesine kucak atığımız Musevi vatandaşlarımızı düşünüyorum bugünlerde.
Türkiye’de yaşıyor, her fırsatta da burayı ikinci vatanları olarak gördüklerini vurguluyorlar sonuçta.
Acaba İsrail ile yaşanan karşılıklı restleşmeler onları nasıl etkiliyor ya da bu konuda ne düşünüyorlar?
Belki bir gazete ya da televizyon akıl eder de görüşlerine başvurur biz de merakımızı gidermiş oluruz.
Restleşme deyince geleneksel bir hal almaya doğru gidiyor adeta.
1 yıl önce Davos’ta ‘One Minute’ ile başlayan süreç 1 yıl sonra Lübnan Başbakanı Hariri’nin ziyareti ile yeniden alevlendi.
Güzel ülkemin Başbakanı “Davos’a gidecek misiniz?” sorusuna verdiği yanıtı sadece ve sadece “Söz ağızdan bir kere çıkar. Gitmeyeceğim dedim ve gitmeyeceğim.” sözleriyle noktalasaydı ne 1 yıl önceki tartışma yeniden alevlenecekti ne de İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon diplomatik dilden uzak, hakaretamiz açıklamaları yapmış olacaktı.
En fazla Davos zirvesi başladığı gün birkaç televizyon ‘One minute’ haberleri yayınlayacak, gazeteler konuya ilişkin fotoğrafları sayfalarına taşıyacak ve konu yeniden ilişkilerin normalleştirilmesi üzerine seyredip gidicekti.
Ancak İsrail’in çoğunluğu Türkiye yanlılarından oluşan kabinesindeki tek Türk karşıtı ismi sayesinde yepyeni bir gerginliğin fitili ateşlendi.
Verilen sürenin bitimine yakın özür dilenmesi de pek bir anlam ifade etmedi.
Peki ama İsrail ile ilişkileri germek, bölgede onlarla iyi ilişkiler yürüten tek ülke konumundan uzaklaşıp salt arap yanlısı bir politika izlemek ne sağlar bize, ülkemize?
Ne getirir ne götürür?
Örneğin İsrail ile varolan büyük çaplı askeri ilişkilerimizi mi sonlandıracağız?
Yoksa zaman zaman yaptığımız istihbarat paylaşımlarına artık son mu vereceğiz?
Başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerindeki Yahudi cemaatlarinin -çoğu zaman çıkarları gereği de olsa- Türkiye’ye yönelik desteklerini görmezden mi geleceğiz yoksa.
İsrail’i tukaka yapınca bölgedeki etkinliğimiz dahada mı artacak, arap dünyası Türkiye’ye kucak mı açacak?
Ya da sırtını ABD ve Avrupa’ya dayamış ve tüm zenginliğini buraya aktarmayı görev saymış arap dünyası Türkiye’nin hamiliğine evet deyip etrafımızda mı toplanacak?
Ülke idaresi fevri davranışları kaldırmayacak kadar özen sonrasında da özveri ister.
Her ne kadar duygusal bir yapıya sahip olsak da dışarıya karşı politik bir söylem gerektiği muhakkak.
‘Pireye kızıp yorgan yakılmaz’ şeklindeki atasözümüzü hatırlatmakta yarar var.
Ayrıca hani art niyetli olsam güzel ülkemin Başbakanının iyice yoğunlaşan TSK ve Yargı tartışmalarının geri plana itilmesi için özellikle başlattığını düşüneceğim bu İsrail ile restleşme sürecini!
Ya da partisinin oy oranlarının yüzde 30’lara düştüğünü öne süren anketlerin birbiri ardına açıklanmasıyla yaşanan tartışmaları bertaraf etmek için!
Geçen yıl Davos’taki çıkışıyla oy oranlarını ciddi oranda artırmıştı sayın Başbakan.
Bir ikincisi tam da referandum tartışmalarının alevlendiği bugünler de olmaz mı dersiniz?

13 Ocak 2010 Çarşamba

Provokasyon mu İKTİDAR MI?

Yaşanan toplumsal olaylar için ‘hükümetin icraatlarına karşı olanlarca provoke ediliyor’ görüşü hakim genel anlamda.
Bazı aydın muhteremler (!) “Efendim Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyen, milletin vesayetine tahammül edemeyenler toplumu kışkırtıyor” görüşünü dile getiriyor ısrarla.
Gönül pek tabiî ki durumun böyle olmasını diliyor.
“İktidar erki Türkiye’yi bölge hatta dünya liderliğine soyunduracak türden icraatler gerçekleştirsin, artık kanıksanmış sorunlarını birer birer tarihe gömsün de gerisi önemli değil” demeyi ben de çok isterdim elbette.
Ancak görünen köy kılavuz istemez deyimini hatırlamakta fayda var.
Olaylar da provokeler vardır mutlaka.
Ülkenin içine düştüğü durumdan faydalanmak isteyip bunu lehine kullanmaya çalışan mihraklar hem içte hem de dışta hep olmuştur yarın da olacaktır.
Bu hele hele bizim gibi emperyalizme kök söktürmüş bir ülkenin asla unutmaması gereken de bir gerçektir ayrıca.
Bunu unutmamalıyız ama olayları sadece ve sadece ‘provokasyon’ olarak niteleyip sanki tek neden buymuş gibi kamuoyunun yönlendirilmesine de itibar etmemeliyiz.
Bu ülkenin bir iktidarı söz konusuysa –ki 2002’den bu yana yetki Adalet ve Kalkınma Partisi’ndedir- o zaman bahanelerin arkasına sığınmayacak ve sorumluluklarınızı yerine getireceksiniz..
‘Ben icraat yapıyorum birileri de buna karşı toplumu kışkırtıyor’ gibi bir bahanenin arkasına sığınmayacaksınız.
İktidarsınız dolayısıyla da toplumun huzur ve güvenini temin etmek zorundasınız.
Toplumu ayrıştırmayacak, Güneydoğu’da PKK yanlısı partilerle yarış yapayım diye kimlik siyasetine tenezzül etmeyeceksiniz!
Dünya PKK gerçeğini terör sorunu olarak tanımlarken siz bu ülkenin iktidarı olarak bunu kimlik sorunu şeklinde izah etmeyecek, insanları Türk-Kürt ikilemi arasında bırakmayacaksınız!
Açılım diye yola çıktığınız bir projeyi muamma haline getirmeyecek, daha da vahimi teröristlere zafer nidaları attırıp milyonların yüreğini parçalatmayacaksınız!
Terörü meşru bir hak gibi gören ve gösteren çevreleri dinlemeye değer bulup kapılarınızı ardına kadar açarken bu ülkenin muhalefet liderlerini ‘ yanlış yapıyorsun’ dedikleri için ‘Kan’dan beslenenler’ diye damgalamayacaksınız!
Şemdinli olaylarından tutunda ülkenin herhangi bir yerinde yaşanan en küçük bir olayı bile TSK’yla bağdaştırıp, imalarla da olsa onu yıpratmaya çalışmayacaksınız1
Bir suikast şüphesi üzerine ordunun en gizli birimlerine girilip arama yapılmasını ‘Kozmetik’ ifadeleriyle açıklamaya çalışmayacaksınız!
Varolduğu öne sürülen derin devlet yapılanmasının Ergenekon olarak isimlendirilmesini
en azından tasvip etmeyecek, sonra da bu sürecin yıllara yayılmasına karşı olup adaletin bir an önce tecelli etmesine imkan vereceksiniz!
Rauf Denktaş gibi vatansever insanları tukaka yapıp Rum hayranlığı dilden dile dolaşan isimleri iş başına getirmeyeceksiniz!
Ve u ülkede ağır silah kullanan bir erk zaten mevcut iken ‘Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü’ deyimini hak edercesine br yasa hazırlayıp polise ve istihbarat teşkilatına da ağır silahlar alalım demeyecek, insanların aklına ‘bunlar ikinci bir ordu mu kurmak istiyorlar’ sorusunu taşımayacaksınız!
Şimdi!
Bir daha düşünelim.
Gerçek sorumlu kim?

12 Ocak 2010 Salı

Ülke Yangın Yeri.. Sorumlu KİM?

Ülke yangın yeri.
Erzincan, Edirne, Kars, Hakkari, İstanbul, Adana, İzmir, Manisa.
Gün geçmiyor ki bir kavga, bir olay yaşanmasın ülkenin dört bir tarafında.
Önceki gün DHKP-C’liler vardı meydanlarda.
Karşı çıkıyorlardı yapılanlara, destek veriyorlardı tutuklanan arkadaşlarına
Genç, yaşlı yüzlerce vatandaşta toplanmıştı aynı alana.
İstemiyorlardı onları orada, ders vereceklerdi atacakları tekme ve tokatlarla!
Sonra grup başladı sloganlarını atmaya.
“Amerika defol, Avrupa defol.”
Polis çember içine almıştı her birini.
Uyardı slogan atmayın diye.
Dinlemedi grup ne uyarıyı ne de kendilerine bilenmiş halde bekleyen kalabalığı.
Sürdürdü sloganlarını.
Amir emir verdi, alın bunları içeriye diye.
Ortalık karıştı, grup hem polisle hem de vatandaşla kapıştı.
Sonra trajikomik durumlar yaşandı.
Eylemci bir genç kıza üç adam saldırdı.
Attıkları tekme ve tokat insanım diyen herkesi insanlığından utandırdı.
Linç edilecekti ki son anda kurtarıldı.
O ve arkadaşları ilk böyle cezalandırıldı.
Sonra bindirilip araçla karakola yollandı.
Provokasyon ya da değil!
Anayasal hak ya da eşkıyalık!
Nasıl tanımladığınızın hiçbir önemi yok.
Gerçek şu ki; artık toplum olarak öfkemizi kontrol etmekte zorlanıyoruz.
Eskiden gülüp geçtiğimiz, en azından ‘hadi canım sende’ dediğimiz konulara bile tahammül edemiyoruz.
Adalete güvenmiyor, ceza kesmeye kalkıyoruz.
Ve aslında son dönemde yaşadığımız tüm bu olayların faturasını yanlış yere kesiyoruz.
Birileri “provoke ediyor” deyip işin içinden sıyrılıyoruz.
Asıl sorumluyu gözden kaçırıp, ekmeğine bir de bal sürüyoruz.
Yok mu bu ülkenin idarecisi, iktidarı?
Toplumu Ergenekoncular, Ergenekoncu olmayanlar, açılımcılar, açılıma karşı olanlar, Denktaşçılar Talatçılar diye hemen her icraatı ile ayrıştırıp parçalara ayıranlar.
Gurur duymalısınız 2010 yılının Türkiye manzaralarıyla.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yedik, İçtik, Güldük, Eğlendik...

10 Ocak Gazeteciler Günü’nü kutladık önceki gün.
Biz gazeteci milleti pek yapmadığımız bir şeyi yaptık ve bir araya geldik bu özel gün münasebetiyle.
Meslek örgütümüz Gazeteciler Cemiyeti ile Buca Belediyesi’nin öncülüğünde.
Eski çalışma arkadaşlarımızla hasret giderdik, yaşı geçmiş ama ne meslek aşkları ne de enerjileri tükenmiş meslek büyüklerimizle sohbetler ettik.
Hani işine gelenin sevip saydığı gelmeyenin ise gözünün yaşına bakmadığı bir mesleğin mensupları olarak yedik, içtik, güldük, eğlendik.
Kısacası günlük iş stresinden uzak birkaç güzel saat geçirdik.
Gecenin en dikkate değer yanı şüphesiz İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel’in yaptığı konuşmaydı.
Mesleki sorun ve sıkıntılardan bahsetti, gazetecilerin darbe süreçlerinde eriyip giden haklarının yeniden sağlanması gerektiğinin altını çizdi, özellikle son birkaç yılda basın üzerinde yoğunlaşan baskılara işaret etti.
Sonra sözü bu baskıların en somut örneği olarak Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’a getirdi.
Zira Balbay Ergenekon sürecinde aylardır içerideydi.
Ve de İzmir Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi.
Suçlu mu suçsuz mu, gerçekten kamuoyuna yansıtıldığı şekliyle darbe planlarının içinde mi yoksa iktidarın susturmak istediği kalem mi net bir şey söylemek imkansız.
Yargı süreci devam ediyor ve adalet er ya da geç tecelli edecektir.
Ancak dikkatinizi çekmek istediğim konu biz gazetecilerin kendimiz dışındakilere tanıdığımız sınırsız savunma hakkını ilk kez kendimiz içinde hatırlıyor olmamız.
Atilla Başkan bu konuda birkaç kere daha açıklama yapmıştı kısa da olsa ama önceki akşam çok net ve açık bir dille sahip çıktı üyesine.
Yargı sürecini kapalı kapılar ardında yürütmeyin dedi ilgililere.
Balbay ya da bir başka gazeteci, suçlu ya da suçsuz şu ki önemli olan mesleki bir örgütün sesini yükseltmesi idi aslolan.
“Bir avukat, bir doktor, bir hakim ya da bir savcı gibi gazeteciler de sahipsiz değildir” demekti, bunu işlemekti kafalara.
Cemiyeti sadece mahkum etmemekti bir tabelaya.
Varolduğunu hissettirmek, özellikle de mesleğin henüz başındaki gazetecilere “arkanızdayız” demekti açıkça.
Biz gazetecilerin de daha bir içten daha bir gönülden sahip çıkmamızdı bu duruşu ortaya koyan kuruluşumuza.
Başkandan ricam devam etsin bu duruşuna.
Genç, yaşlı, acemi, tecrübeli, üye ya da değil demeksizin sahip çıksın meslektaşlarına.
İşte o zaman çok daha dik durabileceğiz bütün varolan baskılara.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Askeri Vesayet Kalksın, ÖZGÜR OLALIM (!)

Sivil sivilliğini asker askerliğini bilir tüm ülkede rahat eder!
Asker askerliğini bilince; demokrasinin raydan çıkması artık mümkün olmaz, asker her konuya burnunu sokup (!) son sözü söylemeye çalışmaz, kırmızı çizgiler diye bir safsataya (!) ihtiyaç duymaz, temel meseleleri artık umursamaz.
İdareyi sivil iradeye bırakır benim görevim ülke güvenliği deyip kenara çekilir.
Onlar kenara çekilince de biz ülkece daha özgür olur, canımızın her istediğini yaparız (!)
Siyasetçilerimiz ise at oynatır diledikleri gibi.
Ohh ne ala!
Mesele pek basitmiş aslında.
Tüm sorunlarımızın çözümü bu kadar kolaymış meğer!
Askeri vesayeti yok edip, canlarına okuyunca asgari ücret 5 bin lira olacak, insanlar bayat ekmek kuyruklarından kurtulacak, kredi kartı mağdurları sıfıra inecek, kişi başına düşen milli gelir Avrupai standartlara ulaşıp 30 bin dolarlara ulaşacak!
Hatta kömür ve beyaz eşya dağıtımları da son bulacak.
Çünkü buna ihtiyaç duyan kalmayacak.
Çünkü asker artık işin içinde olmayacak.
Bu konulara pek duyarlı iktidarın işine karışıp elini ayağını bağlamayacak.
O iktidara mensup zümre de 72 milyonu daha çok düşünüp, gecesini gündüzüne katıp Türkiye’yi lider ülke yapacak.
Bırakın Allah aşkına ya!
Kim inanır bu tarz bir safsataya.
Olacaklar bellidir aslında.
Devlet kurumları daha fazla ve daha cesaretle peşkeş çekilecek yandaşlara.
Özelleştirmeler sınır tanımayacak, “Yeter ki para gelsin babamı bile satarım diyen” bakanlar şöhretine şöhret katacak.
Devlete caka satanlar artacak, birileri güya mayın temizleyip sonra yıllarca topraklarımızın sahipliğine soyunacak.
Emniyet ve istihbarat birimleri sanki görevlerini dört dörtlük yapıyormuşcasına bir de kime karşı kullanılacağı belli olmayan ağır silahlara sahip olacak.
Açılım muammalarıyla toplum bir güzel ayrıştırılıp karşı karşıya bırakılacak, demokrasi ve barış nutukları ile ortalık iyice karıştırılacak.
Ve gün gelecek Cumhuriyet sorgulanacak, yeni rejimler şeffaflığın yansıması olarak masaya konacak.
Tüm bunlar nasıl olacak?
Var olduğu öne sürülen askeri vesayet kalkarsa..
Yani kılıfını geçiripte dillendirerek ifade edecek olursak: “Daha fazla demokrasi ile.”

8 Ocak 2010 Cuma

Ne Reformu, Neyin Reformu?

Hakkari’de başladı, Trabzon’a sıçradı, Tokat’ta pusuya dönüştü, İstanbul’da ev ve işyerleri saldırıya uğradı, Edirne’de etnik ayrışma yaşandı, Sakarya’da Kürt’ler dışarı diye bağrıldı ve şimdi Manisa’da Romanlar hedef alındı.
Ergenekon sürecinin bir sonucu mudur bunlar yoksa altı, yedi aydır tartıştığımız ve iktidarın dışında kimsenin tam olarak anlam veremediği açılım muammasının yansıması mıdır bu olaylar öngörmek çok zor.
Ancak ortada çok net görünen bir gerçek var ki; o da canım ülkemde ciddi kırılmaların yaşandığı.
Kimilerine göre Türkiye değişiyor, kabuğunu kırıyor, geleceğe yönelik ciddi bir reform sürecinden geçiyor.
Kimilerine göre ise Tayip Erdoğan liderliğindeki Ak Parti iktidarı daha otokratik bir Türkiye hedefine son sürat ilerliyor.
Doğrusunu isterseniz bir değişim, bir reform sürecinden bahsetmek çok ama çok güç.
Reformdan kasıt ülkenin güvenliğinden birinci derecede sorumlu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yatak odası olarak nitelendirilen birimlerine girip var olduğu bile belli olmayan belgeleri aramak değilse tabi.
Ya da ordusunu hedefe giden yolda engel görüp, onu darbe girişimleri ile bağdaştırıp halkın gözünde küçük düşürmeye çalışmak ve de köşeye sıkıştırıp reflekslerini yok etmekse,
Durup dururken hem de tartışacak bu kadar konumuz varken bir de polise ve MİT’e ağır silah yetkisi tanıyacak yasa girişiminde bulunmaksa,
Önce ‘Kürt’ sonra ‘Demokratik’ diye niteleyip ne topluma ne de siyasetin diğer mercilerine tam olarak izah edemediğiniz açılım muamması ile dibe vurmaksa,
“Amerika ya da Avrupa ülkelerinin gizlisi saklısı olabilir ama biz şeffaf olmalıyız” diye devlet sırlarını bile ifşa etmekse eğer,
İstediğiniz yönde karar verdiğinde ‘yüce yargı’ aleyhinize karar verdiğinde ise ‘tukaka yargı’ diyerek baskı altına almaksa hukuku,
Devlet kredileriyle kendine yakın medya grupları oluşturmak sonra da kamuoyunu dilediğiniz gibi yönlendirmekse bu reform dediğiniz olgu pek tabiî ki haklı olabilirsiniz.
Ama birazcık aklı olan her birey için gerçek olan şu ki; tüm bunlar çağdaş ve demokratik ülke olma yolunda ilerleyen bir ülkenin yolu değil.

7 Ocak 2010 Perşembe

Çok Şükür Sizden Fazla Yok (!)

Popüler kültürün hemcinslerine oranla pek de popüler olamamış simalarından biri önceki gün atıp tutuyordu; açılım, Türk-Kürt kardeşliği, demokrasi, vatan millet sevdası üzerine.
Simasını zaman zaman gördüğüm ekranlardan biliyordum ama ismini daha yeni öğrendim.
Yani abuk sabuk konuştuğu tv ekranı lutfedip alt yazıda belirtince.
Nihat Doğan’dı bu şahıs.
Yazımın başlangıcında yazdıgım konularda ahkam kesiyordu bu muhterem ama resmen saçmalıyordu.
Çünkü şehit haberlerinden tutunda sokak olaylarına neden olan çevrelere yer veren basını suçluyordu dili döndüğünce.
Gazete ve tv’ler bu konularda yayın yapınca kendileri yer bulamıyormuş maalesef.
Albümünü tanıtamıyor, haber bültenlerine konuk olamıyormuş.
Halkta bu ve benzeri muhteremlerden mahrum kalıyor, bunun acısını yaşıyormuş.
Vah vah ki vah vah…
O yüzden sayın Başbakanı, sayın Cumhurbaşkanı basına şehit haberleri vermelerini, toplumsal olayları yayınlamalarını yasaklamalıymış.
Yani basınımız bir terörist saldırı olduğunda, bir şehit haberi alındığında buna yer vermeyecekmiş.
Ne yapacakmış?
Bu pek muhterem şahsı ekranlara çıkarıp insanlara mutluluk aşılayacakmış!
Görüyormusunuz birçok insanı müzikten bile soğutacak kadar tiz sesi ile popüler camiada varolma mücadelesi veren bu zatın derdini.
Sanki tüm televizyonlar, koca koca gazeteler bu şahısın yolunu gözlüyor da gündemin yoğunluğundan bu imkanı yaratamıyorlar.
Allahım ne günlere kaldık demek bile yetmez bu duruma!
Böylesi aymazlıklara.
Bir yanda vatan uğruna canını feda eden Mehmetçikler.
Diğer yanda ev ve işyerlerini yakıp yıkan, otobüs içerisinde gencecik hayatları söndüren caniler.
Bir yanda Türk Bayrağını yakıp, masum insanları katleden ve dünya çapında da terörist damgası yemiş örgütün bayrağını açanlar,
Diğer yanda tüm bunları basın göstermesin de bize yer versin diyen bir tuhaf insanlar.
Nihat Doğan’lar.
Yine de çok şükür fazla değil bunlar.

Bülent Arınç ve DEVRİM

Yaklaşık 10 gün önce tv’lerin son dakika haberlerine konu oldu.
Ardından arşivlik görüntüleri üzerine “Suikast, suikast… Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişimi” diye kafamıza vurulmaya başlandı.
Tam nereden çıktı bu demeye kalmadı iktidarın bu sivri dilli ağır topu sessizliğini bozup kameralar karşısına geçti.
“İki subayı polisler şöyle, böyle yakalamış hatta biri elindeki not kağıdını yutarken bu girişimi son anda önlenmiş” türünden kendisinin çok iyi anladığı ancak kamuoyunun pek de mana veremediği bir açıklama yaptı.
Olay nedeniyle gerginliği yüzüne yansımıştı.
Arada bir de sözlerine..
Sonra iki gazeteciye konuyu “MGK’ya bile taşıyabileceğini” açıkladı.
O gün geldi MGK toplandı ama dışarıya ser verilip sır verilmedi.
Önce Seferberlik Tetkik Kurulu’na ardından Kozmik Oda’ya girildi.
Ve güzel ülkemin yüce yargıcı hala bu odada ve hala suikast planları arıyor.
Bir başka deyişle sayın Arınç’ın evini gözetleyen iki subayın bilgisayarlarında silindiği öne sürülen planların kopyaları o odada aranıyor.
Var mı yok mu?
Bulunur mu bulunmaz mı Allah bilir.
Ama ben ülkemin gözbebeği kurumunun toplum nezdinde itibar kaybına uğratıldığını düşünenler sınıfındayım.
Önceki gün yeniden gördüm güzel ülkemin Başbakan Yardımcısını tv ekranlarında.
Bu kez mutlu bir ifade vardı yüzünde.
Gülümsüyordu kameralara.
Ve kozmik oda sorularına muhatap oluyordu ardı ardına.
Gülerek cevap veriyordu o da.
“Sen ‘kozmik oda’ diyorsun, yolda birisi bana ‘Kozmetik odada ne var ne yok?’ diyor. Demek ki bunlar bizim literatürümüze yeni giriyor.”
Tabii bununla da sınırlı kalmıyor.
Kendilerini aydın olarak tanımlayan zümre ise yaşananları ‘devrim’ olarak niteliyor.
Devrim, çünkü kendi ordumuzun yatak odasına girmeyi başarmışız.
Ne mucizevi bir olay!
Tabii ülkemin Başbakan Yardımcısı konumuna yükselmiş bir siyasetçinin böyle bir devrime imza atmaktan mutlu olduğunu düşünmek istemiyorum.

5 Ocak 2010 Salı

Kürt Irkçısı Olmak

Son dönemde Türkleri ırkçı olmakla suçlayan bazı çevreler dert yandıkları bu suç çukurunun içerisine kendileri düştüler.
Ve düşmeye de devam ediyorlar birbiri ardına.
Çünkü Kürt ırkçılığı akıyor her birinin paçasından.
Öyleki bu muhteremler büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’e eskiden kapalı kapılar ardında kustukları kinlerini şimdi tv ekranlarında dillendiriyorlar cesaretle.
Demokrasi, demokrasi deyip kafatasçılık yapıyorlar keyifle.
Biri şöyle diyordu geçenlerde:
“Atatürk dokunulmaz değil.”
Bunu söylerken gözbebekleri öfkeyle büyüyor, adeta bilim kurgu filmlerinde ağzından canavar çıkaran türden bir garip varlığa dönüşüyordu.
Aman yarabbim bu ne öfke, bu ne Türk ve de Atatürk nefreti böyle.
Hani varken bunların bu gittikçe artan kinleri, emperyalistlere kalmaz biz Türklerin bertaraf edilmesi.
Ne Türk bırakırlar ortada ne Atatürk.
Ne İstanbul bırakırlar ne başkent Ankara.
Faşist İzmir (!) ise en başta.
Taş koymuştu çünkü yollarına.
Sarıp sarmalamıştı ülkesini, vatanını al bayrağına.
Açtırmamıştı üzerine kan bulaşmış örgüt bayraklarını sokaklarında.
Tıkamıştı terör havarisi sloganları ağızlara.
Neyse dönelim biz tekrar konumuza, bu Kürt ırkçılarına.
Ne demişti muhterem?
“Atatürk dokunulmaz değil.”
Çok şükür kuruluşumuzdan bu yana dokunamadı bir Allah’ın kulu ona.
Dokunamaz da, dokunulmayacakta.
Çünkü Atatürk bu ülke için bir sevda.
Koca bir karasevda.
Atatürk bir deha.
Atatürk yüzyıllar sonrasına ışık tutan derya.
Sadece ordu, sadece yasalar da yok arkasında.
70 milyon vatan evladı var can pahasına.

3 Ocak 2010 Pazar

Suçlu Deni.. Çünkü Deniz Her Yerde...!

Yıl 2010 ve Milenyum çağı…
Türkiye’nin üçüncü büyük kentiyiz.
Moderniz, çağdaşız, öncüyüz..
Tüm Türkiye’ye örnek olacak kadar da güven doluyuz.
O kadar doluyuz ki, aday olup 1970’li yıllarda Akdeniz Oyunları’na ev sahipliği yapıyoruz.
Sonra siyasete uzanıyor, iktidarlara kendimize has duruşumuzla ders üstüne dersler veriyoruz (!)
Bir gün yeniden dünya kenti olduğumuzu hatırlayıp büyük organizasyonlara yelken açıyoruz.
Universiad 2005’e talip oluyor, kazanıyor ve biraz sıkıntılı bir süreçten sonra da olsa gerçekleştirerek imzamı atıyoruz.
Dünya kentiyiz sonuçta hedef büyütüyor bundan sonra neden çok daha ses getirecek organizasyonlarda yer almıyoruz diyoruz.
Ve hemen milyonlarca ziyaretçisi ile gözbebeği fuarlardan biri olan EXPO 2015’e talip oluyoruz.
Kişisel sürtüşmeler, küstüm oynamıyorumlar arasında önemli çabalar sergiliyoruz dört dörtlük olmasa da.
Bize oy verecek ülkelerin temsilcilerini ağırlıyoruz bu modern (!) kentimizde.
Bakın belki gecekondulardan oluşuyor kentimiz, hemen her kış seller basıyor, ev ve işyerleri sularla doluyor hatta bir dönem olduğu gibi can pazarları yaşanıyor ama yine de bizim hakkımız bu EXPO 2015 diyoruz bu muhterem zatlara.
Yediremiyoruz ama.
Yemiyorlar onlar da.
Siz daha kırk fırın ekmek yemelisiniz diyorlar oylama sonucunda.
EXPO 2015’i taşıyorlar Milano’ya.
Biz ise kavga ve sürtüşmelerle dönüyoruz tekrar bu modern dünyamıza.
İzmiriz ya hedefler de sürüyor mutlaka.
Şimdi 2010 Avrupa Basketbol Şampiyonası var sırada.
Dünyanın gözü elbetteki olacak burada.
Bir de Örnekköy’deki tek bir İzmirlinin gidipte faydalanamadığı tesislerimiz ile Grand Slam türünde organizasyon düşünülüyormuş güya.
Eminim yaparsınız bunu da.
Yaparsınız da bu canım kenti kurtaramazsınız mega köy olmaktan.
İnsanlar hala sellerle boğuşur, ev ve işyerleri perişan olur…
Sonra birileri de çıkıp suçluyu bulur.
Korkmayın, korkmayın suçlu siz değilsiniz.
Suç Deniz’de.
Çünkü DENİZ her yerde (!)

2 Ocak 2010 Cumartesi

İstiklal Sizin Olsun Yeter Bize MİLLİ MÜCADELE

Değer yargılarımızın, toplumca önemli kıldıklarımızın yozlaştığına hatta bazı çevrelerce özellikle yozlaştırılıp toplumsal hafızalardan silinmek istendiğine artık iyice şahit olmaya başladık.
Bu çevrelerin yeni görevi belli oldu.
Bu zatlar şimdi milli mücadele dönemini gündeme getirip bu kavramın içini boşaltma gayretine girişmeye başladılar.
Neymiş efendim?
Kurtuluş Savaşı denmesi yanlışmış.
Büyük bir hata yapılıyormuş. Çünkü bu Türklerin kendinden olmayan hemen herkesten kurtulduğu anlamına geliyormuş.
Neymiş efendim?
Milli Mücadele denmesi de kabul edilemezmiş çünkü milli denerek diğer etnik kimlikleri de Türkleştirme yoluna gidiliyormuş.
Peki ne denecekmiş?
İstiklal Savaşı.
Söylenmesi gereken buymuş.
Çünkü bu muhteremlere göre bu sözcük ile Türkiye Cumhuriyeti’nde varolan tüm etnik gruplar bütünleşiyor, sadece Türkler olarak değil topyekun bir mücadele verildiği ortaya konuyormuş.
İşte bu yüzden ulu önder Atatürk ve silah arkadaşları ile binlerce Mehmetçik ve çoluk çocuk kadın yaşlı demeksizin canını ortaya koyan milyonlarca vatan evladının mücadelesi yalnız ve yalnız ‘İstiklal’ diye adlandırılırsa hak ettiği değeri bulurmuş.
Kendi adıma bahsi geçen tüm bu nitelemeleri kullanıyordum hiçbir ayrım yapmaksızın çünkü Kurtuluş da dense, Milli Mücadele de dense İstiklal de dense hemen hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşunu ifade ederdi benliğimde.
Ancak budan böyle dur demek gerekecek herhalde.
Hatta İstiklal sözcüğüne bu konuda sansür bile istenebilecek çok kere.
İstenmelidir de…
İnadına denmesi gerekenler ise kurtuluştur ve pek tabiî ki milli mücade.
Çünkü izin vermemeliyiz, izin verilmemelidir bu zümreye.
Ve denilmelidir ki inatla hemen her yerde:
Lazıda Abazası da Kürdü de Çerkezi de tabidir Türk milletine.
İstiklal sizin olsun Kurtuluş da yeter bize milli mücadele de.

1 Ocak 2010 Cuma

İçim sızladı duyduğumda...

Önceki akşam Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’ndan duydum ilk kez.
Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanı ve ülkemizin yetiştirdiği değerli bir ilim adamı olan Yusuf hocamızdan.
Türklüğün ele alındığı Karşıt Görüş adlı programda dillendirdi o sözcükleri.
İçim sızladı duyduğum ilk andan itibaren ve hala da sızlıyor sizlere bu satırları yazarken.
Şöyle dedi Yusuf hocam milli mücadeleye bizi mecbur kılan sebepleri anlatırken:
“Osmanlı’nın son dönemlerinde ard arda misyoner okulları kuruluyordu. İş öyle bir noktaya geldi ki sadece 4 devletin yani Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın ülkemizde kurdukları okul sayısı bin 200’e ulaştı. Bu okullarda öğrenim gören öğrenci sayısı ise 80 bine yakındı. Buna karşın devletin okul sayısı 600 öğrenci sayısı ise 35 bini bulmuyordu.”
Düşünün tanrı aşkına.
Bir cihan imparatorluğu 600 okulda 35 bini bulmayan bir yeni nesli yetiştirmenin çabasında iken emperyal dört devlet bin 200’ü aşkın okulda 80 bin çocuğa eğitim veriyordu bu canım topraklarda.
Herhalde vatan, millet sevdası aşılamıyordu bu çocuklara.
Sizleri yetiştirelim de şu Osmanlı’yı içine düştüğü durumdan kurtaralım da demiyordu kanımca.
Amaç bal gibi ortadaydı oysa.
Binlerce misyoner dağılacaktı yetiştikten sonra ülkemin dört bir tarafına.
Sonra kazıyacaklardı beyinlerine işlenen oyunları bir bir toplumun bağrına.
Ve ayrıştıracaklardı bizleri Türk, Kürt, Laz, Çerkez diyerek.
Aleviliği süreceklerdi sonra ortaya, Ermeni vatandaşlarımızı düşman kılacaklardı kapı komşularımıza.
Yıllar da sürse oynayacaklardı bu oyunu, parçalayıp yok edecek, kendilerine pay biçeceklerdi en sonunda.
O gün olmadı ama.
Çıktı bir cihan mert, vatanperver devlet okullu öğrenci, dur dedi bu misyoner tayfasına.
Geçit vermedi,< böldürme vatanı büyük önder.
Var etti Türk’ün şanını, bağımsızlığını kafalarına vura vura.
Çok sükür ilerliyoruz şimdi 100. Yılımıza.
Ama bilmeliyiz ki, yok olmadı bu misyoner tayfa.
Hala varlar hala aynı oyunu oynuyorlar.
Kimileri alnı şanlı gazetelerin köşelerini kapmış, kimileri ülke siyasetinde rol almış kimileri büyük patron edalarında servetine servet katmış.
Uyanık olmalıyız hepimiz.
Geçmişi unutmadan damarlarımızdaki asil kandan umutsuzluğa kapılmadan.

Bugün Seçim Olsa Kime Oy Verirdiniz?