HOŞ GELDİNİZ



Gazetede yayımlanan makalelerimi artık buradan da takip edebilirsiniz.


İlginize teşekkürler...


18 Mart 2010 Perşembe

Çatışmayalım... Bir olalım...

Biliriz ki hepimiz nevruz kutlamaları her geçen sene bir sorun olarak karşımıza dikilir durur. Nasıl olur, ne olur da bu baharı karşılama kutlamaları bir eğlence, bir merasim olmaktan çıkar da bir eziyete, bir meydan savaşına döner.
Birileri çıkar, “Bizim bayramımız. Biz kutlarız.” der.
Birileri çıkar siyasi hınçlarını masum insanların eğlencelerini katlederek alır.
Aslında baharı karşılama diye bilinen Nevruz’un çok eski bir geçmişi var.
İran kökenli iki kelime olan nev ile gün anlamına gelen ruz kelimelerinin anlamında gizli olan bu bayram kimilerince alınır da sadece birilerinin bayramı olarak görülür.
Hemen bilinç altına atılmış bütün öfkelerin ortaya çıktığı bir çatışma ortamı haline getirilir.
Oysa bayramlar, kardeşliğin, dayanışmanın, işbirliğinin arttığı özel ve güzel günlerdir.
Hele ki güneşin kendini gösterip doğayı yenilediği bu bahar bayramında insanlar çatışmalardan, kavgalardan, hesaplaşmalardan uzaklaşmak isterler.
Kısacası zamlardan, hükümet krizlerinden, siyasi çekişmelerden soyutlanıp kendilerini tabiatın tazeliğiyle yenilemek isterler…
Mutlu olmak isterler...
Her yıl olduğu gibi Taksim Meydanı’nın ya da Yüksekova’nın ya da Diyarbakır’ın savaş alanına dönmesini değil.
Halbuki çocuklara, gençlere örnek bir tablo sergilense, bir değişiklik yapılıp da bu bayramlar sadece belli bir kesimin gövde gösterisi yaptığı mitinglere dönüşmese ne hoş olur.
İnsanlar bütün bir hafta ve bütün bir kış çektikleri sıkıntıları, buhranları bir an unutup mutlu olsa, huzur duysa yaşadıkları toplumdan ve şehirden.
Ne olur?
Ne değişir?
Soruların cevapları var her birimizde. Her birimiz istiyoruz ki olumlu bir hava içinde geçen güzel bir Pazar gününü baharı karşılayarak sakin bir tebessümle geçirelim. Eşimizle dostumuzla çıkıp halaylar çekelim, horonlar oynayalım, Yiyelim, içelim, felekten bir gün çalalım. Bir gün olsun, daralan ekonomimizden, küçülen bütçemizden bahsetmeyelim.
Umut edelim, umutlanalım bir şeyler için…
Bir gün de olsa vazgeçelim kavgalardan…

17 Mart 2010 Çarşamba

Tarih: 18 Mart.. Biz Hala Buradayız!

Mart ayıydı, hava o zaman bile sadece kapıdan baktırırdı!
Onlarsa bırakın ardından bakmayı, kapıdaydı.
Çünkü aslolan vatandı, dünya kapıya dayanmıştı.
İngilizdi, Fransızdı, Mısırlıydı, Hintliydi, Anzaktı.
Karşılarındaki ise bir milletti, kısa bir zaman içinde ‘koca’ olduğunu da öğreneceklerdi.
Bu millet ki tarihi değiştirecek, dünyaya set çekecekti.
Sonuçta 18 Mart’tı günlerden ve kan damlıyordu Marmara’ya Çanakkale sırtlarından.
Her dinden, her dilden birçok millet bir insanlık dramının tarihini paylaşıyordu aslında.
Yürekleri iman doluydu.
İnançlarına diyecek yoktu.
Vatan’dı, bayrak’tı, yar’dı, yaren’di…
Nihayetinde her şey tehlikedeydi.
Onbaşı Seyit ‘Durun ben daha ölmedim.’ dedi.
Mucizeyi gerçekleştirdi.
Yüklendi ağırlığının dört katı top mermisini yolladı düşman üstüne binbir şiddetle.
Savaş devam ediyordu elbette diğer cephelerde de.
On üç on dört yaşlarındaki yalınayak Mehmetçikler koşuyordu kınalı saçlarıyla.
Hepsinin dudaklarında aynı türkünün dizeleri:
“Çanakkale içinde aynalı çarşı,
Anne ben gidiyorum düşmana karşı…”
Heybelerinde ana kokusu, yürüyorlardı ölüme meydan okuyarak.
Ve bir komutan Arıburnu’nda, Conk Bayırı’nda, Kireçtepe’de…
Evlatlarının yarattığı mucizeye tanıklık ediyordu göğsünü gere gere.
Ve sonra mucizenin ta kendisi oluyordu birden bire.
Şarapnel işlemiyordu yüreğine, bağışlıyordu onu milletine.
Mucizeler bitmiyordu Çanakkale’de.
Bu kez dehasını da katıyordu işin içine.
Ve Çanakkale geçilmiyordu, geçilemiyordu kimsece.
Milleti ile atası, varolduğunu ve de sonsuza dek varolacağını yeniden, yeniden, yeniden hatırlatıyordu unutmuş beyinlere.
Tarih, 18 Mart 2010.
Burası yine Türkiye.
Ve biz, bizler buradayız, hala varız, yarın da olacağız.
Peki siz nerdesiniz?
Nerelerde, kimin yanındasınız?

11 Mart 2010 Perşembe

Atamızı seviyoruz...Gelsin Paralar!

Bir lider…
Ulusu için cephe cephe savaşıp ömrünü hesaplaşmalarla, çatışmalarla tüketen, ancak bundan bir an bile pişmanlık duymayan bir önder…
Tek Adam…
Yurdunu ne pahasına olursa olsun savunan bir kahraman… Nasıl anlatılabilir ki beyaz perdede?
Onu tanımayan, onunla hiç yüz yüze gelmemiş; ancak emanetlerini her güçlüğe rağmen koruyup kollamaya çalışan ve gelecek kuşaklara taşımaya daha ilkokul sıralarında ant içen bir gençliğe nasıl anlatılmalı?
Nasıl yaşatılmalı minicik ve tertemiz çocuk yüreklerde?
Açıkçası bu sorularımın cevabı ne Mustafa filminde gizli ne de son günlerde vizyona giren Veda filminde.
Daha önceleri de denendi, izlendi, yorumlandı Ata’nın hayatı.
İlk olarak Refik Erduran’ın TRT için yazdığı Metamorfoz adlı bir senaryo ile çıktı karşımıza.
Ardından Cumhuriyet, Kurtuluş gibi yapımlar geldi.
Sonra Can Dündar’ın bakışı ile bir “Mustafa” tanıdık. Ancak Kemal’i ve Ata’lığı eksik idi.
Şimdi ise Zülfü Livaneli’nin Veda adlı romanından senaryo haline getirdiği film ile Ata’mızla yeniden yaşıyor ve yeniden hesaplaşıyor gibiyiz. Onun özel hayatına, yaşadığı çıkmazlara yeniden tanık oluyor, ulusumuzun dirilişine neden olan Ata’mızı yeniden mercek altına getirip koyuyoruz.
Ama asıl meselenin onun bu millet uğruna neleri feda ettiği.
Oysa biz bunu göz ardı ediyoruz.
Bir liderin hareminden bir hâsılat çıkarıp cepleri doldurmayı düşünüyoruz…
Ne güzel değil mi?
Ata’mızı ne çok seviyoruz. (!)
Son olarak Hamdi Alkan’ın da 19 Mart’ta vizyona girecek olan “Dersimiz Atatürk” adlı filmi var.
Umarım bu filmin farklı bir yanı olur.
Yok bu da benzerlerinden olursa bize tek bir şey kalıyor.
O’nu hakikatiyle anlatabilecek bir sinemanın varolabilme ihtimalini düşünmek.

6 Mart 2010 Cumartesi

Bilgelerden Dersler...

Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekasını nereden anlarsınız ?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa ?
O kadar akıllı insan yoktur ki!..

***

Bir bilgeye nasıl bu kadar doğru kararlar alabildiğini sormuşlar,
`Deneyim` demiş.
O deneyimi nasıl kazandın, diye sormuşlar
`Hatalarımla` demiş

***

Bir bilgeye sormuşlar:
Efendim canınız ne istiyor ?
Bilge cevaplamış:
Canım hiçbir şey istememeyi istiyor...
ve devam etmiş...
Bu ruh halinin adı gönül yorgunluğudur...

***

Bir bilgeye `Nasıl insan oluruz?` diye sormuşlar.
`Üç adım atlama` gibi bir cevap vermiş bilge kişi:
Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir,
İnsanlığa attığın ilk adım budur...
Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın.
Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman da insan olursun.

***

Bilgeye sormuşlar dünya da en güzel şey ne diye?
´Sevmek´ demiş...
”Peki sonra?” demişler...
´Sevilmek´ demiş...
”Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor?” demişler...
O da demiş ki, ´insan sevdiğine sevildiğinden daha çok emindir...

***

Bilgeye Sormuşlar;
- İnsan neden dilek diler?
- İnsan gerçekleşmesi için diler, ama bilmez ki gerçekleştirmek için dilemek gerek.

***

Bir bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir?
”İşte o dağdaki çobandır” demiş.
”Neden?” diye sormuşlar.
Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil.

***

Ve bir hikaye.
Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında.
Hayli merak eder, bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini.
Biri karga, biri leylek...
O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.
Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Tâ ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.
O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan.
Topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine. En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar.
Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran.
İyi pazarlar…

5 Mart 2010 Cuma

Atı alan Amerika'yı geçti beyler..!

Her sene yaşadığımız kabus bu yıl nihayet gerçeğe dönüştü.
Ne oldu?
En birinci müttefiğimiz, stratejik ortağımız, terörle mücadelede istihbarat paylaşımcımız canım Amerikamız, soykırım iddialarını içeren karar tasarısını Temsilciler Meclisi’nin Dışişleri Komitesi’nde oyladı sonrada onayladı.
Türkiye 23 Ermenistan 22.
Fark 1.
Ama galip gelen, başarılı olan, dediğini yaptıran birlikte maçlar izleyip, dostluk protokollerine imzalar attığımız Ermenistan.
Şu an öyle çok bir zararımız yok aman aman.
Ancak asıl problem, asıl başağrısı bundan sonra.
Çünkü bundan sonraki süreçte meclise taşınma olasılığı yüksek.
Bunun dışında dünyanın devi Amerika’nın böyle bir karar alması bu konuya çekimser birçok ülkeyi de harekete geçirebilecek.
Soykırım’ı tanıyan yirminin üzerindeki ülke sayısı ABD’den güç bularak artabilecek.
Dün televizyonda seyrettiğim oylamanın en manidar yanı kuşkusuz içimizden birinin aleyhimize örnek gösterilmesiydi.
Dış İşleri Komitesi Başkanı Howard Berman, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’tan bahsedip, onun 1915 yılına dair sözlerinden dolayı ülkesinden kovulduğunu söyledi.
Yani bakın kendi adamınız bile soykırım yaptığınızı söylüyor demeye getirdi.
Sizlerin de bunu artık kabul etme zamanınız geldi dedi.
Bu gerçekle yüzleşmemizi istedi.
Dedi, istedi, söyledi, bekledi ve Ermenilerin sözde soykırım hikayesinin kendilerince kabulünü bir güzel ilan etti.
Oh ne ala, ne ala.
Tarih sahnesinden çekilmiş bir imparatorluğun ardından kurulan gencecik Cumhuriyet’in başına en azından ileride bir sorun olması için uydurulmuş yalan oldu bugün soykırım.
Buna karşın Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu ne lutfetmiş.
“Türkiye baskı ile karar almaz.”
Bu kadar sağduyulu ve de stratejist bir yönetimiz demeye getirmiş anlayacağınız.
İnsanın içinden keşke diyesi geliyor.
Ama böyle olmadığını en azından iktidarın dış politika anlayışının fazlasıyla sürprizlere gebe olduğunu dünya alem biliyor.
Hatta dış baskılarla şekillendiğini de.
“Çözümsüzlük çözüm değildir” denerek yola çıkılıp Avrupa Birliği’ne giriş sürecini olmazsa olmazlara teslim eden, Kıbrıs’ta Türk tarafından çok Rum menfaatleri ile örtüştüğü iddiası her geçen gün daha da güçlenen bir şahsın Cumhurbaşkanı yapılıp sonra da Annan Planı fiyaskosu yaşatan, Ermenistan ile dost olacağız diye protokollere imza atarak Azerbaycan’ı küstüren bir iktidarın dış politikayı nasıl yürüttüğü oldukça aşikar.
Sayın bakan ortak tarih çalışmasına yönelik çağrısını yinelemiş.
Neredeyse bir asır olacak bu çağrılar yinelenip duruyor.
Bu arada kusura bakmayın ama atı alan da Üsküdar’ı geçti Amerika’ya ulaştı.
Haberiniz ola!

4 Mart 2010 Perşembe

Hazmedene lafım yok ama ben hazmedemiyorum

Dünkü yazımda mevcut anayasamızın 10 ile 15 maddesinin AKP-BDP ortaklığı ile değiştirilebileceğinden dem vurmuş böyle bir durumun açıkçası toplumun çoğunluğu tarafından hazmedilemeyeceğini söylemiştim.
Okurlarımdan bazıları gönderdikleri maillerde konuyu abarttığımı öne sürmüş bazıları art niyet taşıdığım kanısına kapılmış bazıları ise sonuçta BDP de o mecliste temsil edilen bir siyasi parti değil mi demiş.
Konuyu nasıl abarttığımı merak ediyorum çünkü halihazırda yaşanan bir süreci ortaya koydum.
Ay sonu meclis genel kuruluna getirilecek değişiklik paketine hem CHP hem de MHP gayet açıkça destek vermeyeceklerini vurguladılar.
O güne kadar bu duruşları değişir mi bilemem ama şu anki durum bu değişikliğe karşı olduklarını beyanlarından ibaret.
Peki bu iki partinin dışında mecliste grubu olan kim var?
BDP.
Peki napılacak?
Ülkemin iktidarı gidip onlarla anlaşma zemini arıyacak.
En azından gidişat bunu gösteriyor.
Dolayısıyla ortada bir abartı yok tam tersi geliyorum diyen böylesi pervasız bir süreç var.
Art niyetse söz konusu bile olamaz.
Kaldı ki iktidara yönelik eleştirilerimizi sağa sola kaçmaksızın yaptığımızı yanar döner türde birileri olmadığımızı bu köşeyi takip edenler iyi bilir.
Ne ise odur, doğru bildiğimizi söylemekten kimse alıkoyamaz bizi.
Ve BDP’nin de mecliste temsil edilen bir siyasi parti olduğuna dair görüş.
Öncelikle Mecliste temsil hakkını yasal olarak edinmiş olsa bile bir defa milyonlarca Türk vatandaşının vicdanında mahkum olmuş bir siyasi anlayış olduğu yadsınamaz.
Kaldı ki mecliste grup oluşturduktan sonra sergilenen tutum ve davranışların, ortaya konan hal ve hareketlerin, söylenen sözcüklerin terör ile bağdaştırılıp yüce yargı tarafından mahkum ettirilmesi de gözden kaçırılmaması gereken bir olgudur.
Mahkum edilenler yasaklandı ve artık yoklar denebilir.
Evet ama onların yol arkadaşları yine aynı sıradalar.
Ve bizzat kendileri açıkladılar.
Terör elebaşısı Öcalan istediği için BDP ile yeniden yola çıktılar.
Ve şimdi bu misyonun taşıyıcıları ile Anayasa yapacaklar.
Hazmedebiliyorsanız ne ala.
Ama ben hazmedemiyorum şahsım adına.

3 Mart 2010 Çarşamba

Anayasamı BDP'liler mi Değiştirecek? Pes Vallahi!

Güzel ülkemin tuhaf hükümeti yine müthiş bir icraata imza atmanın uğraşı içinde.
Neymiş efendim tamamen değiştirilemeyen tukaka (!) Anayasamızda 10 ile 15 madde arasında bir değişim yapılacak ve bu da paket olarak Mart sonunda meclis gündemine getirilecek.
İçinde neler yok ki!
İktidar ve de sözde demokratlar tarafından son zamanların lanet olası kurumu haline getirilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yeni bir yapıya kavuşturuluyor.
HSYK 21 asıl ve aynı sayıda yedek üyeden oluşacak.
Kurula seçilecek 21 asıl üyeden 7'si Cumhurbaşkanı, 7'si de Meclis tarafından seçilecek.
Kurul'un diğer 7 üyesi ise Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasında yapılacak seçimle doğrudan belirlenecek.
Ayrıca YAŞ ve HSYK kararları yargı denetimine açılacak.
Bu kadar değil tabii.
Paket Anayasa Mahkemesi'nin de üye sayısının 21'e yükseltilmesini sağlayacak.
Bu üyelerin 12'sini de büyük çoğunluğu dokunulmazlık zırhının arkasına sığınmış olan milletin vekillerinden oluşmuş Meclis seçecek.
Pakette seçim kanununa ilişkin maddelerde var, parti kapatmayı zorlaştıran maddelerde.
Memurlara toplu sözleşme hakkına ilişkin maddelerde var, bir dönemin çokça tartışılıp ne olduğu konusunda kimsenin anlayamadığı ombudsmanlık’a getiren maddelerde.
Paket meclise gelecek ama muhalefetten gereken desteği alamayacağı muhakkak.
Hatta bırakalım desteği özellikle terörle bağlantısı tam olarak saptanamadığı sürece parti kapatmanın zorlaştırılması ile YAŞ kararlarının denetime açılmasına yönelik değişiklik talepleri büyük gürültü koparacak.
Peki böyle bir durumda iktidar partisi ne yapacak?
Çok büyük muhtemeldir ki PKK’ya terörist diyemeyen efendilerden oluşan ve aslında misyonlarının ne olduğu yediden yetmişe herkesçe çok iyi bilinen bir parti ile yani Barış ve Demokrasi Partisi’ne göz kırpılacak.
Ee o da dünden razı buna.
Kaldı ki seçim barajının kırmızı çizgileri olduğunu açıklayıp şartlı destekten bahsettiler grup toplantılarında.
Oh ne ala.
AKP-BDP ele ele değiştirecekler Anayasayı sınırlı da olsa.
Düşünebiliyor musunuz Allah aşkına!
Bu ülkenin Anayasasını değiştirme hakkını kimlerin elde edebildiğini.
Ya da onlara bu hakkı verenleri.
Bunun olup olmayacağını, bu ülkenin yüzde 47’sinden oy almış bir partinin sırf kendi isteklerini yerine getirebilmek adına terör ile bağı asla yadsınamayacak bir partiye kol kanat gerip germeyeceğini göreceğiz.
Dileğimiz böylesi bir pervasızlığın gerçekleşmemesi.
İnsanların böylesi bir sorumsuzluğu hazmetme durumunda bırakılmaması.
Hazmederler mi o ayrı tabii!

1 Mart 2010 Pazartesi

CHP'de neden 'Ekrem abi' seçildi

CHP İzmir il kongresi tamamlandı ve partinin başına bir kez daha Ekrem Bulgun geldi.
Bir kez daha diyorum çünkü bu isim 7 defa daha aynı görevi üstlenmişti.
Deniz Baykal’ın İzmir’de olmazsa olmazım dediği isimlerden.
Öyleki 2007’de milletvekili adayı bile yaptı kendisini altıncı sıradan ama kısmet olmadı meclis sıraları Bulgun’a.
Şimdi yeniden Genel Başkan’ın isteği üzerine oturdu başkanlık koltuğuna.
Zor bir süreç onu bekliyor bundan sonra.
Birleştirecek ayrıştırmayacak, derleyip toparlayıp İzmir’i seçime hazırlayacak.
CHP İzmir’de iktidar ancak hedef genel iktidar.
Kongrenin sloganı da ‘iktidara yürüyüş’tü bu amaçla da örtüştü.
Şimdi parti kulislerinde herkes delegenin kızgınlığından, Baykal’ın kendilerine emrivakiden öte ısmarmala yapmış olmasından bahsediyor, Yeterli imzayı toplayıpta aday olmayı başarsaydı Yüksel Demirsoy’un tepki oylarıyla seçimi kazanacağından dem vuruyor.
Tek liste olmasına rağmen Bulgun’a verilen oyları da buna gerekçe gösteriyor.
Oysa kim ne derse desin Baykal doğru bir strateji izliyor.
Herşeyden önce İzmir örgütünün bölük pörçük bir yapıda olduğunu çok iyi biliyor.
İlçe kongrelerinde yaşanan çatışmalara, had safhaya ulaşan ayrışmalara, koltuk kavgalarına kayıtsız kalmadığını gösteriyor ve üç büyük kent arasında iktidarı elinde bulundurduğu İzmir’de ‘abi’ formülünün en iyisi olduğuna inanıyor.
Bu ’ abi’nin de istisnasız Ekrem Bulgun olduğuna.
Seçimlere 1.5 yıl gibi bir süre var ve bu sürede İzmir’de kavga, dövüş istemiyor tam tersi herkesin ‘abi’ etrafında bir araya gelip enerjisini kişisel menfaatler, sen, ben kavgası yerine parti için harcamasını istiyor, bekliyor, umuyor.
Bulgun dışındaki her ismin de bu birlikteliği sağlayamacağını düşünüyor.
Nihayetinde bugüne kadar da sağlanamadığı ortada.
Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi maalesef teşkilatları özellikle de İzmir teşkilatı Genel Başkanını anlamıyor, onu geriden takip ediyor.
Ediyor da doğru bir kelime değil etmeye çalışıyor.
Çoğu zaman kişisel hırs ve menfaat çatışmalarına yenik düşüyor.
Yineliyorum; sayın Baykal en iyisini yapıyor.
Hani onu anlayamıyorsunuz bari birkez olsun kayıtsız şartsız yürüyün arkasından.

28 Şubat 2010 Pazar

Bir Haftasonu Yazısı...

Başlıkta da vurguladığım gibi aslında bu daha çok bir hafta sonu yazısı.
Özellikle de Pazar günü.
Ama ben bahsetmeye değer bulduğum konuyla Cumartesi gecesi muhatap olunca yazı da haftanın bu ilk gününe rastladı.
Konu bir film.
Pek tabiî ki bir Hollywood yapımı.
Filmin adı Sevgi Fırtınası.
Başrolde iki dev isim.
Biri Richard Gere diğeri Diane Lane.
Senaryo şöyle: Adrienne, küçük bir kasaba Rodanthe’de oteli olan yakın arkadaşına yardıma ve biraz da sükunet bulmaya gelir. Genç kadının sıkıntılarının kaynağı eve dönmesi için direten kocası ve verdiği her karardan nefret eden kızıdır. Adrienne’in kasabaya varışından çok kısa bir süre sonra büyük bir fırtınanın hatta kasırganın yaklaşmakta olduğu bildirilir. O sırada ülkenin en ünlü ve zengin estetik cerrahlarından Dr. Paul Flanner de kasabaya gelir ve otelin tek müşterisi olur. O’nun amacı ise kendi vicdan hesaplaşmasını yapmak ve de basit bir ameliyatta kaybettiği kadının kocasının açtığı davayı geri almasını sağlamak. İşte bu büyülü haftasonu ikilinin hayatlarının kalanına yansıyor ve de hayatlarını değiştirecek bir aşkı da beraberinde getiriyor.
“Peki bu sıradan bir romantik film. Bahsedeğer yanı ne?” dediğinizi duyar gibiyim.
Bahsedeğer yanı zengin, dediğim dedik aynı zamanda da kibirli bir doktorun kaybettiği hastasının kocası ve oğluna karşı ortaya koyduğu vicdan muhasebesi.
Aile kendisine dava açmış, ihmal suçlamasıyla cezalandırmak istiyor.
Buna karşın acılı koca yine de doktor ile yüzyüze gelmek acısını paylaşıp paylaşmadığını görmek istiyor.
İlk görüşme, doktorun kibrine sahne olunca karşılıklı restleşmelerle sonlanıyor.
“Gece gündüz neden benimle uğraşıyorlar.” diyerek kendini aklama çabasındaki doktor nihayet gerçeği fark ediyor ve ikinci görüşme gerçekleşiyor.
Bu defa kendini savunmuyor.
“Şikayetinizi geri çekin. Bu beş yüz binde bir yaşanan vakalardan. Beni mahkum ettiremezsiniz”de demiyor.
Yaptığı tek şey içinde bastırdığı pişmanlık duygusunu açığa çıkarmak, hata yapmamış olsa da ailenin acısını kendi içinde de iyiden iyiye hissettiğini göstermek oluyor.
Ve bu gözlerine yansıyor.
Sonrası mı aile davadan vazgeçiyor, en azından nefret sonlanıyor.
Sonra tabii film devam ediyor.
İzlemek isteyenler için sonunu anlatmayacağım.
Ki duygu seline kapılacağınız türden bir son olduğunu da garanti edebilirim.
Peki mesaj ne?
Mesaj şudur ki; ister Amerikalı ister Sudanlı, ister Kafkaslı ister Antartikalı olsun insan özü itibariyle insandır ve dünyanın bir ucundaki de diğer ucundaki de aynı olguyla var olur ya da yok olur.
O olgunun adı duygudur.
Duygularınızın ortaya çıkardığı ya da çıkaramadığı samimi ve içten duruştur.
İki yüzlülüklerin, ayrışmaların had safhaya ulaştığı günümüzde en çok önemsememiz gereken de budur.
Samimi ve yürekten dostluklara.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Darbe, Siyaset ve Sorumluluk...

Devletin zirvesi önceki gün halka ‘darbe, marbe yok her şey kanunlar çerçevesinde yürüyecek’ demiş, sonra da bir garip sorumluluk vurgusu yapmıştı bazı çevrelere.
Garip diyorum çünkü sorumluluk içinde olması gereken, ayrıştırıcı değil tam tersi bütünleyici bir politika izlemesi gereken başlıca erk iktidar ama ne yazık ki iktidarın aralarında bulunduğu üçlü, başkalarından sorumluluk bekliyordu.
Sorumlu olun deniyordu, sorumsuzca davranışlarınızla kurumları yıpratmayın, özen gösterin vurgusu yapılıyordu.
Sorumluluk sözcüğünü ilk duyduğumda aklıma son olaylar geldi hemen.
Biri iktidar partisinin Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan’dı.
Doğan partililerinin karşısında çoştukça coşmuş, kendilerine göre öteki saydıklarını fişlemenin hazzından bahsediyordu.
TSK ve darbe iddialarıyla suçlananları anlatıyor, “Yıllarca onlar bizleri fişledi şimdi biz onları fişliyoruz.” diyordu.
Diğeri de yine iktidar partisinin vekili idi.
O da yine kalabalığa sesleniyordu heyecanla.
Ve yine o da iktidar karşıtlarını hedef alıyordu okkalı biçimde.
“Kanı bozuklar.” diye.
Bakar mısınız güzel ülkemin şu tuhaf vekillerine.
Biri kendilerinden olmayanları fişlemekten bahsediyordu keyifle diğeri de aslında Ak Parti’ye oy vermemiş yüzde 53’lük kesimi ‘kanı bozuk’ ilan ediyordu herkese.
Parti yönetimi lütfedip harekete geçti de Disiplin Kurulu’na sevketti her ikisini de.
Sonuç ise yüzde 90 belli.
Uyarı ya da kınama cezası.
Oysa sözün özü, çevresinden sorumluluk bekleyen iktidar önce kendi içindeki sorumsuzlukları gidermeli.
Önce kendi bünyesine hakim olmalı.
Ve son söz olarak CHP lideri Deniz Baykal’ın, zirve ile “Balyoz” planına ilişkin şu sözlerini yeniden hatırlatmalı:
“ Komutanları hukukla mı içeri aldınız, hukukla mı bıraktınız? Durum aksini gösteriyor. Siyaseten içeri aldılar ve siyaseten serbest bıraktılar. Gözaltına alıp, emniyette 4 gün beklettiğinize göre çok ciddi bir hukuki durum var demektir. Ama zirveden sonra bıraktığınıza göre de ciddi bir hukuki durum yok demektir. Demek ki, gelişmeler siyasidir.

26 Şubat 2010 Cuma

Yerseniz!

Ülkeyi geren tartışmalar, muhalefet-iktidar, yargı-iktidar çekişmeleri devletin başındaki üç ismin bir araya gelmesiyle bertaraf edilmeye çalışıldı.
Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ kapalı kapılar ardında konuştu, karşılıklı sıkıntılarını anlattı ve ayrıldı.
Sonrasında kamuyouna kısa ama özü itibariyle geniş bir açıklama yapıldı.
“Gündemdeki meselelerin anayasal düzen ve kanunlarımız çerçevesinde çözüme kavuşturulacağından vatandaşlarımızın emin olmaları ve bu süreçte kurumlarımızın yıpranmaması için herkesin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiği hususları vurgulanmıştır.” denildi.
Devletin zirvesinin ilk mesajının aylardır demokratik açılım, türban, silah yasası gibi konularla ayrışmanın eşiğine getirilmiş halka yönelik olması sevindirici.
Çünkü bu her şeyden önce bizi yönetenlerin pardon yönetmeye çalışanların, olur olmaz her konuda sebep oldukları gerginlik ve çatışmacı anlayışının artık halka iyiden iyi yansıdığını ve bunun devam etmesi halinde sonuçların çok da iyi olmayacağını anladıklarını gösteriyor.
En azından biz öyle umut ediyoruz ki, ‘sorunlara anayasal düzen ve kanunlarla çözüm vurgusu’ da bunu ifade ediyor.
Açıklama da garip daha doğrusu biraz muamma olan konu ise kurumların yıpranmaması için herkesin sorumluluğa davet edilmesi.
Birilerine sorumluluğunu hatırlatmak yerinde bir davranış ama herhalde burada da muhatap vatandaş değil.
Kaldı ki sokaktaki Ahmet efendi kendisini yönetenlerden çok daha sorumlu çok daha sağduyulu.
Peki sorumlu davranması gerekenler kimler?
TSK diyecem ama üzerine gidilen, adeta darbe enstitüsü gibi kamuoyuna lanse edilen, bir zamanlar ülkenin güvenliğinin emanet edildiği kuvvet komutanları birer ikişer gözaltına alınan ve buna sadece “Yeter, yahu” diyerek tepki gösteren bir kurum zaten yeterince sorumlu davranıyordur.
Muhalefet diyecem, e onlar da zaten iktidar önlerine ne getirirse onunla haşır neşir olan ortaya yeni bir şeyler koymak yerine sadece duvar örmekle meşgul olan ve bu sığ anlayışla da birgün ülkeyi yönetme sevdasını güden insanlar… İktidara yönelik suçlamaların dışında aman aman bir sorumsuzlukları söz konusu değil.
Peki ama kim?
Demokratik açılım muammasıyla hala kafaları bulandırmaya çalışan, toplumu ayrışmanın eşiğine getirenler olmasın sakın bu sorumluluğun hatırlatılması gerekenler?
Ya da yargıdan muhalefete öteki görülen herkesin telefonunu dinleyenler.
Birbirinden namzet bir garip darbe planları ile TSK’nın itibarını yerle bir edenler.
Lehine verilen kararlarda yücelttikleri yargıyı aleyhte bir davranış sonrası ipe gerenler.
Hukukun üstünlüğünü kişisel menfaatleri ile örtüştürenler.
Bizce işte bunlar sorumlu davranması gereken muhteremler!
Gelin görün ki açıklama yapıp sorumluluk isteyen de yine bu kişiler!
Yerseniz…

25 Şubat 2010 Perşembe

Ergenekon Sen Nelere Kadirsin!

Pervasızlığın bu kadarına pes.
Hani zaman zaman izlediğimde bu türden kanalları haberlerin nasıl ters yüz edilip insanlara servis edildiğine, özellikle ana haber bültenlerine konu olan haberlerin nasıl manipüle edildiğine şahit olmuştum.
Tasvip etmemekle birlikte en azından temsil ettikleri misyona hizmet amaçlı bir doğal karşılama da söz konusu edilebilirdi belki.
Ama önceki gün Dursunbey’de yaşanan Grizu faciasını da Ergenekon ile bağdaştırmak, insanların kafasına ‘acaba’ sorusunu işlemek en hafif deyimiyle pervasızlık, aymazlık, hatta yobazlıktır.
Yobazlığın artık hangi boyuta ulaştığının en somut örneğidir.
Acıdan paye çıkarmak, kaybedilen 13 canın sorumluluğunu kendilerine göre bir terör örgütü bize göre ise henüz ne olduğu anlaşılamamış sadece bir takım gizli tanıkların bir tuhaf iddialarının yeraldığı binlerce sayfalık iddianame ile suçlanan insanlara yüklemek her şeyi geçin insani vasıflara terstir.
Ortada bir cehalet ya da dil sürçmesi de söz konusu değildir.
İnsanları alenen, henüz suçlulukları kesinleşmemiş, 3 yıldır içeride olupta yargı sonucunu beklemekte olan bu ülkenin generali, akademisyeni, yazarı, düşünürüne yönelik kışkırtmadır, zaten hergün ekilen nefret tohumlarını zirveye taşıma çabasıdır.
Hatta yargı rolünü üstlenip güya masumane bir karşılaştırma ile verilen hükmü insanların zihinlerine yerleştirme amacıdır.
Bundan daha da vahim olanı ise bu spikerin söylediklerine azınlıkta da olsa ‘acaba’ diyebilen sözüm ona insanların var olmasıdır.
İşte bu konuda iki görüş:
“Düşünmek lazım. Belki de…”
“Adam net olarak böyle olduğunu söylemiyor, tespit yapıyor.”
Bak sen şu izahlara.
Bir bakın komplo teorilerini bile solda sıfır bırakacak bir pervasızlığa karşı verilen cevaplara.
Yazık çok yazık.
Bu kafalara şunu söylemek şart oldu artık.
Sokakta yürürken başınıza düşen saksıyı da Ergenekon’a bağlarsanız hiç şaşırmayacağım kendi adıma.
Ya da ailevi bir sorun yaşadığınızda yine ekranlara çıkıp Ergenekon bizi içimizden çökertiyor derseniz de şaşırmayacağım.
Ergenekon diye tukaka bir oluşumun var olup olmadığı yargılama sonucunda çıkacaktır ortaya.
Ancak şimdiden belli olan bir gerçek var ki oda;
Bu ülkeye karşı zerre kadar iyi niyet yok bu kafalarda.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Halka da Gelecek Sıra..!

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Danıştay ve Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılara ilişkin Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararı bozdu. Dava, ''Ergenekon'' davasıyla birleştirildi.

Hükümetten taraf (!) bir gazete Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek'in imzasının bulunduğu öne sürülen ''İrticayla Mücadele Eylem Planı'' başlıklı bir belge yayımladı. ''Ergenekon'' soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliğinin yanı sıra Genelkurmay Askeri Savcılığı’nca soruşturma başlatıldı. Genelkurmay Askeri Savcılığı ''takipsizlik'' kararı verirken, ''Ergenekon'' soruşturmasını yürüten savcılarca sorgulanan Çiçek, çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Yapılan itirazın kabul edilmesi üzerine Çiçek, serbest bırakıldı. Bir daha tutuklandı bir daha serbest bırakıldı.

Cumhurbaşkanı Gül ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Bursa Atatürk Stadı'nda oynanan Türkiye-Ermenistan 2010 Dünya Şampiyonası grup eleme futbol maçını izledi. Çözümsüzlük çözüm değil ilkesiyle hareket edilip bu ülkeyle protokol imzalandı, sonra Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin kararları ile iş sarpa sardı.

''Telefon dinleme'' ve ''Yargı mensuplarının dinlenildiği'' yönündeki iddialar ayyuka çıktı. Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce alınan karar doğrultusunda Telekomünikasyon İletişim Başkanlığında (TİB) iki kez bilirkişi incelemesi yapıldı.
Domuz gribi hortladı. Sağlık Bakanlığı, sipariş verilen ''domuz gribi'' aşılarının 81 ile sevkıyatına başladı. Aşılama çalışmaları kapsamında Sağlık Bakanı Recep Akdağ, aşı yaptırdı. Başbakan, Ben “Risk grubunda değilim.” diye bakanına çıkıştı.
YÖK Genel Kurulu kararıyla, üniversiteye girişte uygulanmaya başlanacak yeni sistemde, tüm adaylar için aynı katsayı uygulaması getirildi. YÖK'ün katsayı uygulamasına ilişkin kararının yürütmesi Danıştay 8. Dairesince durduruldu. Yeni düzenleme de kabul görmedi.

Demokratik açılım projesi ortaya kondu kimse ne olduğunu anlamadı.
“Tartışmalar çoğaldı, ayrışmalar başladı, sözümona teslim olan PKK’lılar görkemli şekilde karşılandı, yandaşlarınca alkışlandı, seyyar mahkemece serbest bırakıldı, Türkiye ayağa kalktı.”

Tokat’ta teröristler pusuya yattı, askeri aracımıza saldırdı, 7 mehmetçiğimizi şehit edip yuvalarını acıya bıraktı, Başbakan Amerika gezisini yarım bıraktı, olayı üstlenmesine rağmen PKK’yı bırakıp kendince farklı izahlar yaptı!

DTP’nin kapatma davasına başlandı, karar çabucak alındı, parti kapatıldı, genel başkanı dahil birçok isme siyaset yasaklandı, ülkenin dört bir yanında ev ve işyerleri taşlandı, insanlar saldırılara maruz kaldı.

Güneydoğu’da mayınlı arazileri temizletmek için yola çıkıldı, İsrail’in adı karıştı, muhalefet halkı ayaklandırdı, günlerce tartışıldı, sonra rafa kaldırıldı.
Bir anda Silah Tasarısı hazırlandı, TSK’nın dışında polis ve MİT’e de ağır silah alma yetkileri tanındı, ikinci ve üçüncü ordu yaratmanın altyapısı hazırlandı, tepkiler çoğaldı, asker dayattı en sonunda olmadı.

Malum gazete yepyeni bir iddia ortaya attı, TSK’yı balyozladı, darbe söylentileri ayyuka çıktı, ordu camii bombalayacaktı hatta başlarına bir de uçak bırakacaktı.
Başsavcının makamı basıldı, odası ve evi arandı, sonra tutuklandı, hapse atıldı, HSYK bunları yapan savcıların “haddinizi aştınız” deyip yetkilerini kaldırdı, bu kez hükümet ayaklandı, ortalık toza dumana bulandı.

Ülkenin konuşmayı seven Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç iki defa toplantı yaptı, herkesi payladı, daha bir hafta önce Güldal Mumcu’nun odasına yaptığı baskını hatırlatırcasına basına “Baskın” sözcüğünün manasını açıklamaya kalktı.
Son olarak da sözde Balyoz Planı’nın hazırlayıcıları olarak emekli kuvvet komutanları gözaltına alındı, TSK itibar kaybına uğratıldı, daha bir hafta önce “Yeter , yahu” diyen Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a mesaj yollandı.

Ve tüm bunlar bu iktidarın son 1 yılında yaşandı.
8 yılını tamamlamak üzere olan iktidarın geride kalan 1 yılında.
Bir bakın yığınla sorunu olan ülkemizde şu yaşanılanlara.
Peki halk nerede bu arada?
Cevap tabiî ki ortada.
Az kaldı onlara da gelecek sıra!

22 Şubat 2010 Pazartesi

Yeterrrr! Artık Dinlemek İstemiyorum

Önceki gün yine televizyon ekranlarındaydı güzel ülkemin konuşmayı çok seven Başbakan Yardımcısı sayın Bülent Arınç.
Bir gün önce söyledikleri yetmemiş olacak ki bu kez Haliç Kongre Merkezi’nde partilileri ile buluşma faslında da açtı ağzını yumdu gözünü.
Anlaşılan sayın Arınç, hırsını alamamıştı bir kamyon dolusu sözlerine rağmen.
Neler demedi ki.
Seçim isteyen muhalefet partilerine nal toplatmaktan tutunda genel başkanının yerinde olmaya, HSYK’dan tutun da Yargıtay’a herkese verdi verişti.
Başbakan Yardımcısı’nın bu sözlerinin ardından bir çok gazete ve televizyonun internet sitesine göz gezdirdim.
Özellikle bu habere ilişkin okuyucu yorumlarına baktım.
Gerçekten halkın ne düşündüğünü göstermesi bakımından son derece ilgi çekici ifadelere rastladım.
Örneğin bir vatandaş şöyle demiş Arınç’ın bu haberine ilişkin.
“Yeter, yeter, yeterrr… Hergün bu şahsı dinlemek istemiyorum.”
Bir başkası şunu yazmış.
“Herkes yanlış sen mi doğrusun.”
Bir diğeri, “Olayları bu kadar ustaca saptıran bir ikinci kişi daha yok.” demiş.
“ Böyle bir insan beni yönetemez.” diye eklemiş bir başkası.
Ve başkaları.
“Gerginliği yaratan, ne savcı ne hakim dinleyen, dilediği gibi her yerde at koşturan sizlersiniz. Bu masalları yutmuyor halk artık.”
“Sayın Arınç bu millete yapacağın en iyi iyilik susmak olacak.”
“ Ülkede Cumhuriyetin değerleri olarak nitelenen ne kadar kişi, kurum varsa hepsi ile kavgalısınız. Ordu, yargı başlıca hedefiniz. Sizin sorununuz cumhuriyet.”
“ Keşke partinin başında sen olsaydın. Kimse artık görmek istemediği birine oy vermezdi.”
“ Sizi şiddetle kınıyorum sayın Bülent Arınç.”
Listeyi uzatmak mümkün.
Sayfalar dolusu hatta.
Ve tek bir yerde yok bu yorumlar.
Bu habere yer veren her yerde, her internet sitesinde.
Her fırsatta kendisini milletin asli unsuru olarak ortaya koymakla, halkın yaşanan süreçlerden fazlasıyla rahatsız olduğunu ileri sürmekle halkın içinde olmak onların yüreğinde yer almak aynı şey değil sayın Arınç.
Halkın hakkınızda ne düşündüğünü ya da ne düşünmediğini görmek de zor değil.
Darbeseverlik, cuntacılık (ki henüz bu konuda somut hiçbir kanıt da sözkonusu değil) işe yaramadı. Dolaısıyla hepimiz milletin tek tek elini öpmeliyiz.”demiş sayın Arınç.
Doğrusu milletin elini sadece bu yüzden değil onu kırk cente muhtaç etmenize rağmen sizi baş tacı ettiği için de öpmelisiniz.
Ama tabii şahsınızı, siyasi misyonunuzu eleştirenler sizin millet kavramınız için de yer almıyordur di mi?
Onlar muhalefet!
Onlar darbe yanlısı!
Onlar cuntacı!

20 Şubat 2010 Cumartesi

Hazır Cevaplılık Üzerine...

Türkiye’nin gündemi malum.
Hafta boyunca yargı kriziydi yeni haftada ise Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ses kaydı konuşulacak.
Bolca yazılıp, çizilecek.
Hazır hafta sonu gelmişken ben sizlerle tarihsel bir yolculuk yapmak istedim ‘hazır cevaplılık’ üzerine.

***

Cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yılı nutukları atılmaktadır. Eline mikrofon verilme şerefine eren büyük konuşmacıların birçoğu eşsiz gösteriş örnekleri göstererek, devlet büyüklerinin gözüne girmeye çalışmaktadır:
Biri ateşli bir haykırışla iddia eder:
- ... Genç Cumhuriyetimizin onuncu yıl dönümünde Avrupa'yı on asır geride bıraktıık!..
Bu sırada şeref tribününde bulunan şair Yahya Kemal, ellerini dizlerine vurarak der ki:
- Eyvah, yine yandık; yahu, şu Avrupa ile bir türlü kafa kafaya gelemedik, ya ileri geçiyoruz, ya geri kalıyoruz.

***

Abdülaziz’in 1867’deki Paris seyahatinde III.Napolyon, Hariciye nazırı (Dışişleri bakanı) Keçecizade Fuad Paşa ile sohbet ederken, Girit meselesine bir çare bulmak için paşaya, Girit’in Yunanistan’a satılmasını teklif etmiş ve adaya karşılık ne kadar para isteyebileceğini sormuş!
Hazır cevaplığı ile ünlü olan Paşa, şu zarif cevabı vermiş:
- Aldığımız fiyata veririz haşmetmeab!..

***

Daha sonraları Milli Eğitim Bakanı olacak olan zamanın Maarif Müfettişi Hasan Ali Yücel ile Mustafa Kemal arasında bir gece Kayseri'de sofra sohbeti başlayınca Mustafa Kemal Hasan Ali Yücel'e:
- Bugün lisede sizin mantık kitabınızı karıştırırken, Matematikte Usul diye bir bahis gördüm...Demek siz riyaziyeden de anlıyorsunuz..." diye sormuş.
Hasan Ali Yücel, “Biraz paşam" diye cevap vermiş.
Bunun üzerine Mustafa Kemal, ”Peki söyleyin sıfır neye derler?” diye ikinci bir soru sorunca Hasan Ali Yücel gayet mütevazı şekilde şunu söylemiş:
- Huzurunuzda bana derler paşam!

***

Fatih bir gün dilencinin birine bir altın vermiş. Dilenci, Padişahın verdiği altını az bularak şöyle bir soru sormuş:
- Bu nasıl olur Padişahım? Ben senin kardeşin olduğum halde nasıl olur da bana bir altın verirsin?
Dilencinin ne demek istediğini tam anlamayan Fatih, “Sen benim nereden kardeşim oluyorsun?” demiş.
Dilenci şu açıklamayı yapmış:
- İkimizde de Adem babamız ve Havva anamızdan dünyaya gelmedik mi? Böyle bir durumda kardeş sayılmıyor muyuz?
Verilen cevap hoşuna giden Fatih gülümsemiş.
Sonra da dilencinin kulağına eğilerek şöyle demiş:
- Aman alçak sesle söyle. Bu söylediğini diğer kardeşlerimiz de işitip gelirlerse, senin payına bir altın bile düşmez.

***

Uzun Hasan, Fatih'e kutu içinde bir hediye göndermiş.
Kutu açılınca içinden akrepler ve yılanlar çıkmış.
Bunun üzerine Fatih ise Uzun Hasan'a hediye olarak ‘bal’ göndermiş.
Çevresindekiler, “ Padişahım bunun anlamı nedir?” diye sorunca Fatih’in yanıtı net olmuş:
- Herkes yediğinden gönderir.

İyi pazarlar…

19 Şubat 2010 Cuma

Bırakın Şu İşleri Düşünün MİLLETİ

Yargı krizi başlıca gündemimizi oluşturuyor.
Yetkili, yetkisiz herkes fikir yürütüyor adeta suç onda, bunda, şunda oyunu oynanıyor.
Efendiler, çocukların su tabancıları misali birbirlerine her biri pek bir alengirli laflar fışkırtıyor.
Açlık, yoksulluk, sefalet, ekonomik kriz, işsizlik gibi sorunlar zaten bu muhteremlerin işi değil!
Ya meclis sıralarında yumruk yumruğa kavga ediyorlar ya çıkıp halka gerçekler yerine masal anlatıyorlar ya da işte böyle gizli amaçlar uğruna suni gündemler yaratıp toplumu daha da geriyorlar.
Toplumda yaratılan ayrışmaları şimdi kurumsal bazda sürdürüyorlar.
Konumuz madem yargı, ülkenin kurucusuna söz vermek gerekir diye düşünüyorum.
1925’te yaptığı konuşmasını günümüzle bağdaştırdığımızda hem hükümet üyesi siyasilere hem de yargı erkine dair önemli mesajlar çıkarabiliriz.
Bakın ulu önder Atatürk, eski ve yeni hukuk anlayışı üzerine neler söylemiş.
Önce eski hukuktan başlayalım.
“Eski hukukun ve onun izleyicilerinin, yeni devrimler dönemimizde bizzat bana çıkardıkları güçlüklerden örnek getirmeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesiyle karşılaşırım. Fakat bilesiniz ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin doğuş zamanında, onun bugünkü nitelik ve durumunu, hukuk esaslarına ve bilimsel ilkelere aykırı sayanların başında ünlü hukukçular bulunuyordu. En büyük şehrimizin barosu açıkça hilafetçi olduğunu ilân eden ve ilân etmekle övünç duyan birisini kendisine başkan seçmiştir. Bu olay, köhne hukuk erbabının cumhuriyet anlayışına karşı içten ve gerçek olan durum ve eğilimini ifadeye yeterli değil midir? Eski yasa hükümleri, eski hukukçular, gayret ve çalışma gösterenlerin etki ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz derhal canlanarak devrim esaslarını ve onun samimî izleyicilerini ve onların aziz ülkülerini mahkûm etmek için fırsat beklerler. Bu fırsat, eski yasaların varlığı ve eski hukuk esaslarının yürürlükte olmasıyla ve eski anlayışını içten ve yürekten korumada direnen hâkimlerin ve avukatların varlığıyla sağlanmıştır.”
Ve neden yeni hukuka ihtiyaç duyulduğuna dair sözleri:
“Adliyemizin güvendiğimiz yüksek gücü sayesindedir ki cumhuriyet, kaçınılmaz gelişimi izleyebilecek ve türlü şekil ve kılıktaki saldırılara karşı vatandaşın hukukunu ve memleketin düzenini korunmuş tutabilecektir. Hükümet, memlekette yasayı egemen kılmak ve adaleti iyi dağıtmakla görevlidir. Bu itibarla adalet işi pek önemlidir.”
Hukukçu ya da siyasetci.
Bırakın artık şu ipe sapa gelmez çekişmeleri.
Düşünün biraz olsun şu canım milleti…

18 Şubat 2010 Perşembe

Yargı Siyasete 'DUR' Diyor

Sizce de garip değil mi?
Her şey o kadar sistematik yürüyor ki inanın cumhuriyet tarihinin hiçbir evresinde hatta kurtuluş mücadelesinde bile sistematik davranamamış bir toplumda bu kadarını görüp de şaşırmamak elde değil.
İktidarın maşallahı var!
Birbirine sokmadığı, birbiri ile çatıştırmadığı tek bir kurum kalmadı.
Orduya karşı verilen gizli kapaklı mücadele yön değiştirdi bir süreliğine.
Şimdiki hedef ise yüksek yargı organları.
HSYK, Yargıtay, Danıştay…
Ancak onlar birbirleriyle çatışmıyorlar.
Tam tersi verilen bir kararın arkasında durarak birliktelik sergiliyorlar.
Önceki akşam Adalet Bakanı’nı dinledim.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun almış olduğu kararı “darbe” olarak niteliyor, yürütülmekte olan bir soruşturmaya müdahale olarak anlatıyordu yaşananları.
Oysa tarafsız bir gözle baktığınızda ve de bugüne kadar yaşananları şöyle iyiden iyiye gözünüzün önüne getirip hatırladığınızda yaşananın sadece yargı erkinin siyasi baskılara verdiği, verebildiği bir tepkiden başka bir sonuç çıkmıyor karşınıza.
Hukukçular ikiye bölünmüş durumda.
Birileri çıkıp HSYK bunu yapmamalıydı, muhalefet gibi davrandı diyor diğerleri CMK’nın özellikle birinci sınıf yargı mensuplarının yargılanma usul ve esasını belirleyen 250/3. maddesine atıfta bulunup yapılan doğruydu görüşünü savunuyor.
Bu ülkenin hakim ve savcılarının yüreklere korku salan, ünvanları bile dillendirildiğinde sıradan birçok vatandaşın titremesine neden olan kişiler değil de adalet dağıtan huzur timsali bireyler olarak var olması gerektiğini düşünenlerdeyim biriyim.
Bunun için de öncelikle ciddi bir yargı reformunun gerektiğini de.
Reform yapalım elbette ama tabiî ki olmaz bu şekilde.
Kurumları tukaka edip, içten içe eritip, mensuplarını bir güzel benzetip alamazsınız emrinize ya da almamalısınız mümkünse.
Maalesef iktidar her olayda olduğu gibi yine senden-benden durumu yaratmıştır.
Yargı dilediğiniz yönde hareket ederse yüce yargı, canım yargı oluyor, yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı hatırlanıyor, karşınıza dikilirse ‘darbe’ deniyor.
İktidar maalesef anlayışına uygun yargı istiyor.
Özel savcılar, özel hakimler ortalığı kaplıyor.
Aykırı tek bir görüş olmasın, muhalif olan herkesin canına okuyun deniyor.
Kimilerine aba altından sopa gösteriliyor kimileri ‘Seni uyarmıştık, hak ettin” denilerek alaşağı ediliyor.
Geldiğimiz noktada da yargı, siyasete “DUR” demek istiyor.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Vıcık Vıcık 'Yağcılık Oscar'ı' Size Verilmeli

Bu sene Türk Futbolu için sadece 300 milyon doları aşan ihale bedeli bir milat olmadı.
Bir başka konu da LİG TV’nin 10 yılı aşkın sürdürdüğü Maraton programının tarihe gömülmesi oldu.
Çok tartışıldı, çok yazılıp, çizildi.
Birileri adeta ağıt yaktı birileri de göbek attı.
Dün de ajanslara bir haber yansıdı.
Programın sivri dilliden de sivri ismi Erman Toroğlu, “Yılın En İyi Spor Programı” seçilen Maraton sayesinde ödüle layık görülmüş.
Radyo ve Televizyon Gazetecileri Derneği birilerini “2009 Medya Oscarları”na layık görmüş “Bunlar arasında Toroğlu da var” demiş.
Bu kadarına da pes doğrusu.
Vıcık vıcık yağ damlamış verdikleri bu Oscar’dan.
Öncelikle Toroğlu gibi bir ismi bu ödüle layık bulan çevrelere şunu söylemek lazım:
Acaba her hafta ekran başına geçip sizlerin de kişiliğinize, hayatınıza ya da yaptığınız işe belden aşağı örnekler vererek, birçoğu abuk sabuk benzetmeler yürütüp göndermeler yaparak, alay ederek dalga geçerek davranmış olsaydı yine de bu zatı ödüle layık görelim der miydiniz?
Futbolcu yönetici, teknik direktör hakem hatta kulüp başkanları gibi sizleri de tukaka yapıp yerin dibine soksaydı tavrınız nice olurdu?
Hadi orta yaş grubunu geçtik onlar aldı zaten alacağını ama henüz hayatının baharında olan, futbolla yatıp futbolla kalkan, kişiliklerinin oluşma evresinde örnek profiller arayan gencecik yüreklere, beyinlere aşıladığı ‘argo kültürünü’ çocuklarınıza da birebir yansıtmış olsaydı yine de verir miydiniz bu Oscar’ı?
Ödül töreninde şöyle demiş Toroğlu, biraz da sitem ederek:
“Bu ülke Başbakanını asıyor ama daha sonra havaalanına, caddeye ismini veriyor. İnsanları hapse atıyor sonra Başbakan yapıyor. Bu ülke öyle enteresan ki bana önce kol saati veriyor sonra da ödül.”
Gerçekten enteresan sayın Toroğlu.
Gerçekten.
Açıkçası ne kadar sorumlu ise o Başbakan ya da hapse atılan sen de en az onlar kadar sorumlusun toplumun bu halde olmasından.
Bir neslin futbolu sadece argodan ibaret sanmasındaki başlıca isimlerdensin en azından.
Ve daha da çok böyle bilinip çıkmayacaksın akıllardan.
Aslında bu Oscar’ı en fazla hak edenler sana bu ödülü layık görenler.
Bence 2010 yılının Medya Oscarları törenini bir başkası düzenlesin ve bir zahmet şu Radyo ve Televizyon Gazetecileri Derneği’ne de “Vıcık Vıcık Yağcılık Oscar’ı” versin.

16 Şubat 2010 Salı

Ordunun Şerefini Ayaklar Altına Almak...

Ergenekon soruşturması kapsamında Erzurum Cumhuriyet Savcılığı’nın 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’i ifadeye çağırması, komutanın da gitmemesi tartışma konusu.
Savcı, “İfadeye geleceksin aksi taktirde yasal prosedürü başlatırım” diye aba altından sopayı göstermiş, sopayı eline alma tarihini ise 26 Şubat olarak ilan etmiş.
Yani eğer komutan bu tarihe dek lutfetmezse harekete geçecekmiş.
Bu konu bana güzel ülkemin büyük kurucusu Atatürk’ün Afyon’da Kolordu Dairesi’nde subaylara yönelik yaptığı bir konuşmayı hatırlattı.
Şöyle diyordu sevgili atam 31 Temmuz 1920 tarihinde.
“ Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silâhlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.
… Ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lâzımdır…
… Ordu, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malûm bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; "ordunun ruhu subaylardadır”…
…Düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak!
Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır…”
Şimdi pek tabiî ki ordu komutanını ifade vermeye çağıran savcı ya da savcıları düşman olarak nitelemiyorum.
Kaldı ki her kim olursa olsun hukuk karşısında boynunun kıldan ince olması gerektiğini de düşünenlerdenim.
Ancak kurtuluş mücadelemizde bu ülkenin canına okumak isteyenlerin başlıca hedefinin ordu olduğuna vurgu yaparak, bugün TSK üzerindeki baskı ve yıldırmalar arasında bir bağ oluşturmak da yanlış olmaz.
Can alıcı cümle şu:
“Orduyu imha etmek için subayı mahvetmek, aşağılamak lazım.”
Sizce bugün yapılanlar farklı mı?

Futbol Cahillerine GÜLÜYORUM

Aslında övünmek gibi olmasın ama eğer düşünmüş olsaydım iyi bir spor yazarı olurdum.
Yoo öyle bol keseden atıp tutmaz ya da “Bu adam teknik direktör ise ben de Guardiola’yım” sözlerini sarfederek haddini bilmeyen zavallı durumuna düşmezdim.
İyi bir analiz yeteneğim olduğu için 90 dakika içerisinde kim ne oynamış, kim oynamamış ya da neden oynayamamış detaylıca ortaya koyardım.
Ancak ben daha ciddi konulara eğilmeyi tercih ettim ve mesleğimi de bu yönde sürdürüyorum.
Buna karşın şu televizyonlarda zaman zaman acaba adam gibi bir analize şahit olur muyum diye baktığım spor programlarında hayal kırıklığına uğrayınca da tespitlerimi köşeme taşıyorum.
Şu anda sizlere bahsetmek istediğim konu da bu yönde işte.
Maalesef seviyenin mumla arandığı, komplo teorilerinin havada uçuştuğu programlarda şöyle bir geyik söz konusu her maç sonrasında.
Özellikle de Fenerbahçe’nin iyi maç çıkardığı haftalarda.
“Fenerbahçe iyi gibi göründü ama rakibi buna imkan tanıdı.”
“Fenerbahçe mi iyi oynadı yoksa Diyarbakırspor mu kötüydü.”
“Fener takımı Bursa’yı 3 golle geçti ama şanslıydı.”
Şimdi bir dakika düşünün lütfen.
Böylesine anlamsız yorumlar futbolla yatıp futbolla kalkan bir ülkede milyonların belleğine işlenebiliyor.
Birileri para kazanmak uğruna bu hakkı kendinde bulabiliyor.
Konuşmaktan aciz insanlar sırf bir süre top koşturmuş diye ekranlara çıkarılıp otorite diye kelam sahibi yapılabiliyor.
Ya da toplum içerisinde o şekilde davransa geveze damgası yiyecek bazı çenebaz adamlar bol keseden atıp komplo teorileri ile güya farklı yaklaşımlar ortaya koyduklarını öne sürebiliyor.
Sonra da bunun adı yorumcu, otorite oluyor.
Kimse kusura bakmasın ama açıkça olmasa da kapalı kapılar ardında küçümsedikleri ve şiddetin mimarı olarak gördükleri taraftarlar bile bu muhteremlerden çok daha akıllı ve mantıklı yorumlar yapabiliyor.
Daha çarpıcı analizlerle aralarında tartışabiliyor.
Ve bu yüzdendir ki bugün statlara sadece belirli spor yazarları taraftar tepkisi ile karşılaşmadan girip maç seyredebiliyor.
Çünkü insanlar kimin ne kalitede olduğunu çok iyi biliyor.
Dönelim yukarıdaki örneklere.
Bir defa oynanan maçta kötü takım gününde olmayan takım diye bir şey yoktur.
Olmaz.
Oynatmayan, iyi oynayan takım vardır.
Maçı kazanır ya da kazanamaz ama biri iyi oynar diğeri de bununla baş edemeyeceğini anlayınca kötü performansın sahibi olur.
Dolayısıyla Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ya da Trabzonspor gibi büyük takımlar maçları karşılarındaki rakip kötü olduğundan değil iyi oyunlarına karşılık verilemediğinden kazanır.
Ya da rakipleri kazanırsa daha kaliteli oyun ortaya koyduklarındandır.
Bunu göremeyerek iyi futbolu tukaka edip sadece bir takımın zaten kötü olduğundan bahsetmek pervasızlıktır hatta futbol cahilliğidir.
Son söz bu futbol cahilleri geçen sene Galatasay’ın kalecisi De Santis için “Mahalle arasında bile kalecilik yaptırmazlar.” diyebilmişti.
İşte o kaleci şimdi Buffon gibi dünya devini geride bıraktı Napoli’de değerini 20 katına çıkardı.
Dünya Kupası’nda da İtalya Milli Takımı’nın kalecisi olacak.
Allah cehaletten korusun insanları ama futbol cahillerinden iki kere korusun.

Sabır ile Halledin

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “Sabır” açıklamasına tepkiler sert.
Bu kez sadece asker karşıtı çevrelerden de değil.
Kendisini milliyetçi-muhafazakar olarak tanımlayanlar da şaşkın biraz da kızgın.
Doğrusu şaşırmayan yoktur sanırım.
Kendi adıma kızmıyorum ama sözkonusu açıklamayı ben de yadırgıyorum.
Geçen akşam tv programında sunucu, konuğuna şöyle bir soru yöneltmişti.
“Başbuğ paşa hükümeti ya da orduyu eleştirenleri tehdit mi ediyor? Yoksa bir isyan mı bu?”
Konuk tehdit denemez demişti.
Tehdit denemez doğru ama aba altından sopa gösterildiği de bir gerçek.
Peki bir sebep her ne olursa olsun bir ülkenin Genelkurmay Başkanı, baskılardan yılıp malum çevrelere aba altından sopa gösterebilir mi?
Gösterdiğini gördük.
Peki doğru mu?
Kesinlikle yanlış.
“Günü geldiğinde değerlendiririz.” Gibi ya da benzeri sözcükler devlet adamlığı kimliği ile kesinlikle bağdaşmıyor.
Devlet adamı abalarla, sopalarla uğraşmaz.
Varsa ortada bir hukuksuzluk gereğini yapar.
Kısasa kısas da diyemez.
Denirse, zaten bir şeyler olsa da akbabalar gibi üşüşsek diye bekleyen çevrelere hizmet edilmiş olur.
Ellerine bulunmaz bir koz verilmiş olur.
Ve verildi de.
Demokrasi havarileri şimdi daha bir hırs ile yazıyor daha da bilenmişcesine sataşıyor.
Ve bu ifadeler kuşkusuz dış güçlerinde oyunlarında kendilerine yer buluyor.
The Economist dergisinin Aralık sayısında ordumuz hakkında bir makale yayınlanmış ve hakaretamiz ifadeler kullanılmıştı.
Mesela, “Ordu devletin altını mı oyuyor kaygısı arttı.” denmişti.
Daha da ileri gidilerek Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük engel olarak nitelenmişti.
Tabiî ki bu görüşlerin niçin ya da nasıl ortaya konduğunu biliyoruz ama önemli olan hem bunlara hem de içteki sözde demokratlara paye kazandırmamak.
“Biz demiştik.” dedirtmemek.

Sevelim ki YAŞAYALIM

Çölün kavurucu sıcağında bir yudumu için canınızı dahi vermekten kaçınmayacağınız buz gibi bir sudur aslında.
Ya da titreyen bedeninize hayat öpücüğü gibi uzanan odun ateşinin sıcağıdır Sibirya’nın kan dondurucu soğuğunda.
Varolmakla yokolmak arasındaki ince çizginin ta kendisidir hatta.
Varlığı ile daha bir tutunursunuz yaşama yokluğu ile atılırsınız bir kenara.
Sevgi deriz biz buna.
Sevmeliyiz, sevilmeliyiz.
İnsanız, buna muhtacız.
Çünkü bu bizim yaratılışımız.
Sevgi üzerine varolduk, sevgi ile yoğrulup, sevgi ile yollandık yaratıcı kudret tarafından.
Sonra sevgi taneciklerini anne karnında hissettik ilk kez.
Sonra kucağında sonra baba da sonra tüm tanıdıklarda.
Süt içtik, özenle beslendik gelecek için.
Ama sevgiyi aradık her bakışta her solukta.
Tebessüm edenleri sevdik, gülümseyenleri daha da benimsedik.
İçimize işledik.
Çünkü sevildik.
Çünkü biz de sevdik.
Gün geldi yetiştik, sevgiyi karşı cinsimize hissettik.
Sevginin en saf halini de öğrendik, bizi sevmeyenlerin olabileceğini de.
Bazen sevdiğimiz de sevdi bizi bazen ise sevmeyerek reddetti.
Yine de hiç bitmedi.
İçimizdeydi, nihayetinde SEVGİ idi.
Bitmezdi, bitirilemezdi.
Sonra daha da çeşitlendi daha da yüceleşti.
Kimi zaman evliliğe erişti kimi zaman yürekleri deldi, geçti.
Kimi zaman parkta elele dolaşan iki yaşlı yürekte belirdi, kimi zaman minicik bir yüreğin gülümseyen yüzünde.
Kimi zaman köşe bucak saklanıp birbirine sarılan gencecik bedenlerde kimi zaman rengi ile insanın içini okşayan bir çiçekte.
Şimdi size güzel bir hikaye
Birgün bir kadın evinden çıktı, evinin önünde beyaz, uzun sakallı 3 yaşlı adam gördü.
Onlara, "Sizi tanımıyorum ama aç olmalısınız. Lütfen evime buyurun ve bir şeyler yiyin."dedi.
"Kocanız evde mi?” diye sordular.
"Hayır." dedi kadın.
"O zaman giremeyiz." dedi yaşlılar.
Akşam kocası eve geldiğinde kadın olanları anlattı.
Kocası, "Onlara eve geldiğimi söyle ve davet et" dedi.
Kadın dışarı çıktı, yaşlı adamları davet etti.
"Biz bir eve hep beraber girmeyiz" dediler.
Kadın "Neden?" diye sordu.
Yaşlı adamlardan biri cevap verdi. “Onun adı ZENGİNLİK’tir dedi arkadaşlarından birini göstererek. Ve bir diğerini göstererek, “Onun da adı BAŞARI’dır ve ben de SEVGİYİM” dedi ve ekledi: "Şimdi eşinle konuş ve hangimizi evinize davet edeceğinize karar verin." dedi.
Kadın eve girdi ve olanları kocasına anlattı. Kocası çok sevindi. "Ne kadar harika. Zenginliği davet edelim gelsin ve evimizi zenginlikle doldursun" dedi.
Kadın "Neden başarıyı davet etmiyoruz?" diye sordu.
O sırada onları dinlemekte olan kızları, "Sevgiyi davet etsek daha iyi olmaz mı?" diye seslendi.
"O zaman evimiz sevgiyle dolar."
Adam: "Bence kızımızın tavsiyesine uyalım." dedi.
"Dışarı çık ve sevgiyi davet et. Sevgi bizim misafirimiz olsun."
Kadın dışarı çıktı, sevgiyi seçtiklerini söyledi ve sevgiyi evlerine davet etti.
Sevgi kalktı ve eve doğru yürümeye başladı.
Diğer iki arkadaşı da kalktı ve onu takip ettiler.
Kadın büyük bir şaşkınlıkla: "Ben sadece sevgiyi davet ettim, siz neden geliyorsunuz?" diye sordu.
Yaşlı adam cevap verdi:
"Eğer siz zenginlik veya başarıyı davet etmiş olsaydınız, diğer ikimiz kalacaktık ama siz beni, SEVGİ’yi davet ettiğiniz için, ben nereye gidersem, ‘başarı’ ve ‘zenginlik’ de benimle gelir. Her nerede ‘sevgi’ varsa, ‘başarı’ ve ‘zenginlik’ de oradadır.
Sevgi ile kalın…

İki Yüzlüleri Sevmeye Başladım!

İkiyüzlülükten nefret ettiği bilinen Mehmed Âkif bir gün dostlarına şöyle demiş:
“İkiyüzlüleri sever oldum çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.”
Doğrusunu isterseniz günümüzde artık bundan çok daha fazlası sözkonusu.
Çekirdek ailelerden tutunda devletin zirvesine, varoşlardaki herhangi birinden tutunda en elit kesimdeki bireylere kadar iki yüzlülük tavan yapmış durumda.
Kimse olduğu gibi değil.
Kimse gerçekte kendisi değil.
Gördüğümüz yüzlerin çoğunluğu mide bulandırıcı yüzsüzlüğün esiri olmuş durumda.
Sözlükler iki yüzlülüğü, “ Özü, sözü bir olmayan, kendisini olduğundan başka türlü gösteren, riyakar, münafık…” diye tanımlıyor.
Şüphesiz bir gerçek var ki, biz insanlar ne kadar üstün bir varlık olarak yaratılmışsak da bir takım zaaflarında esiri durumundayız.
Esiriyiz belki ama bunları bünyemize katmak zorunda değiliz yine de.
Zaten insan olabilmenin onuru da burada çıkıyor ortaya.
Bu zaaflara karşı koymakla, bünyemize katmamakla.
Peki ya katanlar?
İnsani vasıflarından çark edip en hafif deyimiyle iki yüzlü olanlar?
İşte onlara insan demek hakkıyla bu vasfı kazanmışlara hakaret etmek demek.
Nihayetinde bizler tek başımıza yaşayan varlıklar değiliz, toplu halde yaşamak zorundayız.
Aidiyet duygusu ile bir arada olanlarız.
Dostluğu da yaşarız düşmanlıklara da açığız.
Velakin önemli olan dost görünüp düşmanlık yapanlardır.
Çünkü düşmanın en kötüsü düşmanlığını gizleyendir.
Ne demiş atalarımız?
“Hayvanın alacası dışında insanın alacası ise içinde.”
Örneğin biliriz ki aslan parçalar, kedi tırmalar, yılan sokar.
Ama yanıbaşımızdaki acaba ne yapar?
Bilmeyiz, bilemeyiz, kestiremeyiz.
Şairin ifadesiyle veli görünen katillerin içindeyiz.
Nihayetinde beşeriz.
Melek değiliz belki ama mide bulandırıcı iki yüzlülükleri de görmezden gelemeyiz.
Mevlana’nın meşhur deyişini hatırlayarak da şunu demeliyiz.
Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.
Diğer türlü hayvani bir varlık olmaktan öteye yol yok çünkü.

Biraz ADALET Biraz TEVAZU

Dönemi son derece tartışmalı olan Emevi’lerin “Raşit diye ünlenen halifelerinden Ömer bin Abdülaziz, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı.
Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı.
Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı.
Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer bin Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti.
O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi.
Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Peygamber efendimiz hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah'a verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi.
Soranlara ise sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti.
Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer bin Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
Tarih biraz da ders almaktır değil mi geçmişten, yaşananlardan.
Bugün en küçüğünden en büyüğüne ülke idaresinde bulunanlar için çok mu şey istiyoruz acaba?
Aslında değil.
Yukarıdaki gibi biraz ADALET, birazcıkta TEVAZU…

Altyapı Rezaleti, Gazeteciler ve BAŞKANLAR

İki gün boyunca tüm gazetelerin birinci sayfasına taşınmıştı İzmir’deki yağışlar ve yol açtığı olaylar.
Başlıklar da çoğunlukla benzer nitelikteydi.
“Son 50 yılın en yoğun yağışı.”
“Son 76 yılın en fazla yağışı.”
“İzmir’e yağmur değil sel aktı.”
“ İzmir son 100 yılda böylesi bir yağış görmedi.”
Sanki hemen hepsi tek bir elden çıkmışcasına böyle diyordu yaşananlar için.
Milenyum çağında yaşanan böylesi bir ‘altyapı rezaleti’ için hemen hepsi ittifakla savunma rolünü üstlenmişti içten içe belediyeyi, belediyeleri.
Biz ise ‘Rezalet’ diye sermiştik gözler önüne gerçekleri.
Çünkü gerçekten “Rezalet”ti en azından halka karşı sorumluluğumuz gereği bu dillendirilmeliydi.
İğneyi biraz da kendimize batırmamız gerekli.
Hani utanılmasa “Ne suçu günahı var belediyelerin?” bile denebilecek adeta.
Bu sözler taşınacak sayfalara halk atılacak bir kenara.
Hoş yine de atılmış durumda pekala.
Gerçi buna da şükür demek gerekiyor herhalde.
“Belediye, belediyeler ne yapsınlar, Allah’a karşı mı koysunlar?” diye de yazabilirlerdi mesela.
Halkı bırakıp, yaşananları görmezden gelip birilerine sırnaşmaktan ibaret demek ki gazetecilik bu muhteremler (!) için.
İğneyi alın elinize kendinize batırın mümkünse.
Halk perişan, insanlar sersefil, ne yapacağını bilmez durumda.
Kenti idare edenlerin sadece bugün değil son 30, 40 yıl boyunca bu kenti yönetenlerin sadece ‘lay, lay, lom’ türü hizmetlerinin bir yansımasıdır tüm bunlar aslında.
Sorun yağmur değildir.
Yağmur çok yağdı, sele dönüştü, sel de geldi bizleri trafiğe hapsetti, evlerimizi perişan etti diyemezsiniz.
Mühendisler, mimarlar, kent bilimcileri sağlıklı bir kentleşme için en az 100 yılık bir öngörü ile hareket ederler.
Siz bırakın 100 yılı daha birkaç yıl sonrasını dahi dikkate almadan hareket eder, sağlıksız yapılaşmalara izin verir, dere kenarlarına evler, hanlar, hamamlar yaptırır, rögarlarınızı, kanalizasyonlarınızı yeterli hale getirmezseniz bu “Rezalet”in yaşanılması kaçınılmaz olur.
Ve oluyor da.
Dün de aynıydı, bugün de aynı.
Siz trafik kazasının nedenlerini ortadan kaldırmaya çalışmayıp kaza olduktan sonra ölümle yaşam arasında gidip gelen insanların yardımına koşarsanız hiçbir anlam ifade etmez.
Bunun önlemlerini belirleyip geç olmadan işe başlamak lazım.
Sorunu yağmura havale etmekle olmaz bu işler.
Hani şu aralar çok moda bir deyim var:
“Geçmişe dönük darbeciler yargılansın.”
Ben de diyorum ki buna istinaden.
“Son 50 yılın kent idaresi masaya yatırılsın ve kenti bu hale getirenler ve bugün de buna devam edenler mümkünse yargılansın.”

Al Sana ALTYAPI!

“İzmir fuarlar ve kongreler kenti olacak.”
“İzmir Ege’nin incisi, Türkiye’nin ilk’cisi, geleceğin çağdaş kenti.”
“İzmir Universiade Oyunlarını gerçekleştirdi.”
“İzmir EXPO’ya aday oldu.”
“İzmir gökdelenler kenti olacak.”
“İzmir İstanbul otoyol projesi her iki taraftan eşit olarak başlatılacak.”
“İzmir’e Ege Medeniyetler Müzesi kurulacak.”
“İzmir değişiyor, tarihi gün ışığına çıkıyor.”
“Agora keşfediliyor, kale yeniden dizayn ediliyor.”
“Ahmet Adnan Saygun gibi Avrupai bir kültür merkezimiz var.”
“ Havagazı fabrikasını yaptık, top yekun rahatladık.”
“Yüzlerce yeni otobüs aldık hem de klimalı.”
“Metroda geciktik ama eninde sonunda bitecek.”
“Engellilerimizi unutmuyoruz, konserler düzenleyip hediyeler sunuyoruz.”
“Jeotermal enerjiyi kullanmada örnek bir kent olacağız.”
“Termal turizmi geliştirip daha çok turist ağırlayacağız.”
“Kemeraltı’na butik oteller yapıp, VOB’a prestij bina yapacağız.”
Böyle diyor hemen her platformda Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı İzmir’in idarecileri, belediye başkanları, sivil toplum kuruluşları ve diğer kanaat önderleri.
Onlar bu cafcaflı sözcüklerle yolalmaya, halka hizmet ettiklerini sanmaya devam ederdursun Karşıyakalı Ahmet efendi, Örnekköylü Emine teyze, Yeşildereli öğrenci Fatma, Eskiizmirin asgari ücretli çalışanı tornacı Mehmet sıradan bir kış gününde sıradan bir doğa olayı yüzünden şöyle diyor kısaca.
“Al sana altyapı.”
Ve ekliyor.
“Alt yapınız batsın.”
Anlayana.

CHP Değişiyor, Örgütü ÇEKİŞİYOR

CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Sol öldü.” Şeklindeki değerlendirmesi birçoğu abuk sabuk yorumlar arasında kaynayıp gitti.
Asıl vurgu ortadan kayboldu.
Bu söylemi değerlendiren birçok aydın, siyasetçi olayı daha çok angaje edip işin içinden çıktı.
Kılıçdaroğlu’nun bu ifadelerinin yanı sıra sarfettiği birkaç cümle de vardı ki aslında bugünün anamuhalefet partisinin yarım asıra yakın bir süredir iktidar koltuğuna oturamamasının başlıca nedenlerindendi.
Mesela sağ demişti Kılıçdaroğlu.
Mesela Altındağ’da vatandaş Ahmet amcanın ya da Ayşe teyzenin evine konuk olmamaktan yakınmıştı.
Mesela “Biz CHP’liler sadece tatili düşündük” demişti siyaseti bu yönde icra edenlerin gözünün içine baka baka.
Doğruları söylemişti pekala.
Belki biraz geç oldu bu özeleştirileri yapmak ama aslolan gerçeği yakalamaktı sonuçta.
CHP bugüne kadar parti içi çekişmeler hatta hizipleşmelerin en yoğun yaşandığı siyasi kuruluş olarak varoldu.
Deniz Baykal, partisi ile partilileri ile uğraşmaktan rakipleri ile uğraşamadı çoğu kez.
Derdini halktan önce kendi tabanına anlatamadı, onlar da anlayamadığından Genel Başkanlarını birbirlerini yemekle meşgul oldu.
Sen ben kavgası aldı yürüdü.
Peki bu değişti mi?
Elbetteki değişmedi.
Bir süre önce yazdığım yazıda CHP’nin önce tabanını eğitmesi gerektiğini vurgulamış aksi halde bu taban ve örgüt yapısı ile iktidara giden yolun aşılamayacağını kaydetmiştim.
Kılıçdaroğlu’nun tabanına yönelik sözleri de bu görüşümü destekler nitelikte.
Çünkü çok somut olarak ortaya çıktı ki başta Deniz Baykal olmak üzere partinin en üst kademesi artık gerçeklerden kaçmıyor, özeleştiri yaparak bundan sonraki süreçte izlenecek yolu işaret ediyor.
Sağ, sol gibi tükenmeye yüz tutmuş, içi iyiden iyiye boşaltılmış ideolojik saplantılardan medet ummadığını ortaya koyuyor.
Türkiye’de tabanım gözüyle baktığı yüzde 30’un dışında yüzde 70’lik bir kitlenin varlığını da kabullenme yoluna gidiyor hatta “Artık sizlerleyim.” demeye getiriyor.
Mevcut örgüt yapısının bu değişimi anlamadığını, algılayamadığını zaten biliyoruz.
Onlar için geçerli tek olgu var o da; kendi koltuklarını sağlama almak ve her daim o koltukta oturmak.
Peki ne olacak?
Bugüne kadar olduğu gibi iş, Deniz Baykal ile Kemal Kılıçdaroğlu, Onur Öymen tarzında birkaç aklım selimin performansına kalacak.

Siyasette AHLAK

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Yalçın Topçu’nun, “Siyasete ahlakı hakim kılmak zorundayız.” sözleriyle ülke siyasetine ilişkin eleştirisi bana Niccolo Machiavelli’nin Hukuk ve Ahlak konusuna yönelik vurgusunu hatırlattı.
Şöyle demişti Niccolo Machiavelli ise, "İyi ahlak için iyi yasalar gereklidir. Yasalar da iyi ahlak olmadan korunamaz."
Maalesef yaşadığımız çağ Milenyum çağı da olsa tarih 2010’u da gösterse Türkiye’de siyaset hep aynı düzeyde.
Daha doğrusu düzeysizlkte.
Seviye ve itibar zaman zaman yükseliyor gibi gözükse de aslında hep yerlerde.
Siyasi bir ahlaktan bahsedebilmek için siyasetin neden varolduğu ya da neden yapıldığı gerçeğine bakmak lazım.
Demokratik ülkelerde siyaset toplum için, toplumla birlikte yapılır.
Parti teşkilatları yukarı ile taban arasındaki ilişkileri düzenli ve de sürekli halde tutarak iletişimi sağlar.
Amaç toplumun huzur ve refahı ülkenin sağlıklı bir yapıya büründürülmesidir.
Ancak gelin görün ki ülkemizde bunun tam tersidir söz konusu olan.
Siyaset toplumla değil belirli çevrelerle varolur.
Toplum sadece sandık zamanı oy veren güdülmesi gereken bir zümre olarak görülür.
Bu dillendirilmez tabii ama madalyonun arka yüzündeki gerçek budur maalesef.
Ahlaklı insanların girip siyasete değer katacakları yegane kurumlar olan partiler ise en küçük oluşumundan en büyüğüne hizipleşme ve de parti içi iktidarlarını pekiştirme mücadelesindedirler.
Bu öyle bir çekişmedir ki nitelikli kadroların teşkilatlarına girişte husumetler söz konusu edilebilir, önlerinin kesilmesi için sayısız caydırıcı önlem alınabilir.
Dolayısıyla bahsettiğimiz ‘Ahlaki duyarlılık’ daha başlangıçta hatta o dakika yok edilir.
Sonrası mı?
Sonrasında ise Machiavelli’nin sözü daha bir anlam kazanır.
İyi yasalar söz konusu olmaz hatta darbe kalıntısı bir Anayasa çıkar.
Böyle bir Anayasa’da bile iyi yasalar olsa da bunlar iyi ahlak olmadan korunamaz, uygulanamaz.

5 Şubat 2010 Cuma

Birbirinizden Değil Milletten Özürdileyin

Tüm Türkiye ibretle ve biraz da dehşetle seyretti vekillerinin düştüğü durumu.
Hatta sadece vekillerle de kalmadı bu kez.
Bakanlarda tutamadı kendisini daldı arbedenin ortasına.
Ulanlar, sin-kaflar yankılandı bir anda.
Ceketler havada uçuştu, bar kavgalarına taş çıkartırcasına yumruklar savruldu.
Sinema filmi değildi oysa ya da Levent Kırca parodilerinden biri oynamıyordu ekranlarda.
Gerçeğin ta kendisiydi, milletin temsilcileri alenen milyonların gözü önünde birbirini yedi!
Sonrasında ise her biri ayrı ayrı habercilerin karşısına geçti.
Ağlamaklı gözlerle bir çocuğun kardeşini ebeveynlerine şikayeti gibi birbirlerini şikayet etti.
Biri “O bizden özür dilesin” dedi diğeri “Asıl suçlu sizsiniz” diye diretti.
Oysa kimsenin aklına temsil ettikleri milleti gelmedi.
Özür dileyeceksek onlardan dileyelim demedi.
Böylesi pervasızlıkta bile sen ben kavgası aldı başını gitti.
Doğrusu tüm bunlara şahit olan sade bir Türk vatandaşı olarak utanıyorum ve böylesine cihan şumul bir devleti bu hale düşürdükleri için buna sebep olanları da şiddetle kınıyorum.
İster Başbakan ister bakan, ister milletvekili ister bürokrat kimsenin bu ülkenin onurunu ayaklar altına almaya, onu tartışılır kılmaya hakkı yoktur, olamaz diyorum.
Sadece ve sadece kişisel eleştiriler yüzünden milletin meclisi arenaya dönüştürülemez.
O mekanda yaşanacaksa kavgalar iki nedenden dolayı yaşanmalı.
Biri vatan için verilecek mücadele uğruna diğeri de milletin huzur ve refahı adına.
Çünkü yoktur izahı bunların dışında.
Onlarca da düzenleseniz basın toplantıları, günlerce de konuşsanız olanları değiştiremezsiniz milletin vicdanındaki kanıyı.
Belki yine oy verip seçecektir mecburen sizleri ama ahirette iki eli yakanız da olacaktır bilesiniz.

4 Şubat 2010 Perşembe

İşgüzarlık mı Eylem mi?

50 günü aştı Tekel işçilerinin hak mücadelesi.
Ekmek uğruna verilen bu mücadeleye kimsenin olmadığı gibi bizim de olumsuz bir tek sözümüz olamaz.
Ancak bu demek değildir ki güya onlara destek vermek adına ortaya çıkıp 70 milyonu aşkın insanı sıkıntıya sokan sendikaların bu aymazlığını eleştirmeyeceğiz.
Dünyanın hiçbir ülkesinde böylesine pervasız, böylesine vurdumduymaz tepki göremezsiniz.
Otobüsleri çalıştırmayacak, sağlık hizmeti sunmayacak, insanların en temel hakkı olan yaşam gereksinimlerini yerine getirmeyeceksiniz.
Sonra da çıkıp çok büyük marifet işlemişçesine “biz birilerine destek oluyoruz” diyeceksiniz.
En hafif deyimiyle “Hadi oradan!” demek gerekiyor bu sendikacı ağa babalarına.
Böylesi bir işgüzarlığı ortaya atıp sonra da binlerce çalışanı bu işgüzarlığın parçası haline getirmek, sonucunda da hasta, yaşlı, çoluk çocuk demeksizin milyonlarca insanı sıkıntıya hapsetmek Türkiye’deki sendikal faaliyetlerin ne kadar sığ ne kadar pervasızca yürütüldüğünün açık bir göstergesidir.
Başbakanın yalancısıyız ama siz sendika ağaları olarak gidip kapalı kapılar ardında 4-C uygulamasına “Evet” diyeceksiniz, “Tamam arkanızdayız.” diyeceksiniz sonra da üç beş gariban işçi mücadelesinden vazgeçmeyince emeği savunduğunuzu hatırlayıp u dönüşü yaparak güya çözüm arayışına gireceksiniz.
Yemezler beyler!
Yemezler!
Başbakan bunun bir iki yüzlülük olduğunu vurguladı 70 milyonun gözlerinin içine baka baka.
Ve bir tek sendika ağası ortaya çıkıp da aksini söyleyemedi, buna yanıt veremedi.
Çünkü kendileri de oynadıkları oyunun farkında!
Çünkü kendileri de çok iyi biliyor ki aslolan sadece ve sadece saltanatlarını sürdürebilmeleri.
Bu yolda her şeyi mübah görmeleri.
Öyle ki ülke genelinde sırf ‘Dostlar alışverişte görsün’ misali eylem organize edip 70 milyonun canına okumak pahasına.
Muhterem sendika ağaları, dün ortaya koyduğunuz bu uydurma eylem ile bir grup tekel işçisine destek mesajı vermiş olabilirsiniz.
Onların gözünde bir paye de edinmiş olabilirsiniz.
Ama sabahın köründe amacı sadece zamanında işe ulaşmak olan milyonlarca vatandaşın ahını aldınız.
Muayene olmak, ilacını almak isteyen binlerce hastanın bedduasına maruz kaldınız.
Listeyi uzatmak mümkün ama kısacası milyonların öfkesini nefrete dönüştürdünüz.
İşinize geldiği zaman emekçi oldunuz; gelmediği zaman ideolojiden dem vurdunuz.
Ne demiştik yukarı da?
Hadi oradan sizde!

3 Şubat 2010 Çarşamba

Millet İçin de Kavga Edin!

Milletini temsil etmek için kurulan mecliste, temsil yetisini eline almış olan vekiller sokak kavgalarına taş çıkartıyor maşallah!
Daha bir süre öncesine kadar milletimin kadın vekilleri özenmişti karşı cinslerine.
Canan Arıtman’ın sözlerine kızıp girmişlerdi birbirlerine.
Sonra kavga nedeni mi yok?
Başörtüsü, Anayasa Mahkemesi, darbe iddiaları, sen ben kavgaları ve tabi ki başlı başına bir muhalefet Kamer Genç var egemenliğin temsil noktasında.
Zaman zaman ortalık karışıyor, vekiller birbirine sataşıyor.
Ama dünkü inanın bana reytinglerde boy ölçüşecek türdendi.
Kurtlar Vadisi ya da Aşk-ı Memnun gibi reytinglere ambargo koyan yapımlar bile baş edemezdi.
Ortada sağduyudan eser yok.
Ne hükümet, ne muhalefet.
Herkes bağırıp, çağırıyor herkes birbirine posta koyuyor.
Sarfedilen sözcükler bırakın çocukları bu ancak üçüncü dünya ülkelerine yakışır görüntülere tv başında şahitlik eden herkesi adeta yerin dibine sokuyor.
Çünkü vekilleri Fox TV’nin reyting rekorları kıran dövüş programına taş çıkartıyor.
Sebep şu veya bu.
Biri bağırdı, bir başkası hakaret etti!
Ya da hareket çekti!
Yapılması gereken, yaşanması gereken bunlar mıdır?
Siyaset bu kadar alçaltılmalı mıdır?
Bu kadar pervasızlaştırılıp bu kadar seviyesizleştirilmeli midir?
Bir ülkenin Başbakanı zaten gergin olan bir ortamda ‘Çıkıp eşime laf atıyorsun’ sözleri ile adeta grubuna harekete geçin mesajı mı vermelidir yoksa?
Yada bir Başbakan Yardımcısı, kendisiyle aynı sıraları paylaşan bir vekil için “Sarhoş” nitelemesi yapıp ardından da Başkanvekili Güldal Mumcu’nun odasına gidip adam akıllı çıkışabilir mi?
Hadi yargıya baskıları, TSK’ya aba altından sopa göstermeleri iyi kötü biliyoruz, buna toplum olarak alıştırılıyoruz da ama yürütme yasamaya müdahale edebilir mi?
Bunu yapan bir zamanlar yasamanın başındaki kişi olabilir mi?
Geriye dönüp şöyle bir süre düşünün.
Bugüne kadar yaşanılan tartışma ya da kavgaları gözünüzün önüne getirin.
Bu kavgaların kaç tanesi temsil edilen milletin huzur ve refahı ya da hak ve hukuku için yapıldı?
Bu dünyayı üzerimize güldürecek, Türk Parlamentosu ile alay edilmesine yol açabilecek manzaralar kaç defa Ayşe teyze ya da Ahmet amcanın daha iyi yarınları için sergilendi?
Ben söyleyeyim:
Hiç.
Tüm bu yaşananlar gibi koca bir HİÇ…

2 Şubat 2010 Salı

CHP İzmir... CHP Türkiye...

Başlıkta İzmir’İ özellikle vurgulamak istedim.
Çünkü malum İzmir’in iktidarını elinde bulunduran CHP’de kongre süreci yaşanıyor.
Ama ne kongre.
Her biri birbirinden farklı her biri çok daha sancılı.
Hadi bu geçti bir sonraki daha medenice geçsin diyorsunuz ama ne mümkün.
Buca’sı, Bornova’sı, Çiğli’si…
Koltuk kapma yarışı öylesine işlemiş ki içlere hani Allah korusun ölüme sebebiyet verilmediği için şükretmek gerekiyor yüzlerce.
Sen, ben kavgası almış başını gidiyor.
Ne Büyükşehir Belediye Başkanı dinliyor bu kavga müptelaları ne de kendilerine genel iktidar yolunu açacak olan Genel Başkanlarını.
Varsa yoksa hatta can pahasına koltuk.
Benim olsun da sonu ne olursa olsun!
Üç büyükler arasında iktidarın elde tutulduğu tek kent olan İzmir, egoların sınır tanımadığı, hiziplerin alenen sergilendiği, kişisel çıkarların her şeyin üstünde tutulduğu bir süreci ibretle izliyor.
Ve tüm bunlar ülkenin ana muhalefet partisinin tabanında yaşanan mücadelenin ne kadar sığ bir yapıda olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Peki daha üst kademelerde neler yaşanıyor.
Partinin Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, adeta tabanında yaşanan bu menfaat kavgalarına yanıt verir nitelikte çıkıp haykırıyor:
“Sol sokağı göremedi.”
Ve devam ediyor.
“ Oturduk, sıcak evlerimizde gazete okuduk. Altındağ’da bir aileye misafir olduk mu, onları misafir ettik mi? Rahata alıştık, tatillere gidiyoruz.”
Kılıçdaroğlu CHP’nin dışında bir solun kalmadığına vurgu yapıp bundan sonraki hedefin sağ oyları almak olduğunu ifade ediyor.
“Yüzde 70 civarındaki sağ oylara talibiz” diyor.
Doğru da söylüyor.
Ancak bunu mevcut parti tabanı ile gerçekleştirmek mümkün görünmüyor.
Taban öylesine ben merkezci ve hizip dolu ki açıkçası millete ayıracak vakti yok.
Olsa bile hem anlayışı hem de söylem bakımından Genel Başkanına çok ama çok uzak.
Şöyle ifade etmek anlaşılması bakımından daha iyi olacak sanırım.
Sayın Deniz Baykal A dese tabanı Z diyor.
B bile demiyor.
Sonra da iş maalesef sadece Baykal ile yanındaki birkaç aklı selim insana kalıyor.
Şu bir gerçek ki bu partiyi Ankara değil tabanı frenliyor.
İktidara giden yol sağa eğilmekle birlikte parti tabanını da başlı başına eğitmekten geçiyor.

31 Ocak 2010 Pazar

İzmir'de Kış Olmasın!

İnternette haber sitelerini takip ediyor musunuz bilmiyorum ama özellikle yerel idarecilerin lutfedip mutlaka göz atması gerekiyor.
Zaman sorunumuz var deniyorsa da danışmanlara emredilmeli, onlar da söz konusu haberlere ilişkin yorumları derleyip en azından ayda bir de olsa bilgilerine sunmalı.
Malum kış mevsimindeyiz.
Dolayısıyla tek sorun soğuk değil.
Yağışlar ile İzmir her yıl olduğu gibi bu yıl da insanı canından bezdirmeye devam ediyor.
Sizi bilmem ama benim için İzmir hayatımın ilk beşi arasındadır.
Bu kadar önemli bir yerde konumlandırdığım İzmir maalesef kış mevsiminde kabusa dönüşüyor benim için.
Yağmurun ne sıklıkta ya da ne yoğunlukta yağdığının ise hiçbir önemi yok.
Zira düşük yoğunlukta da olsa kentte trafik içinden çıkılmaz bir hal alıyor, araçlar 15 dakikalık yolu saatlere varan süre de almak zorunda kalıyor, otobüsler gelmek bilmiyor, duraklar içlerinden idarecilere veryansın eden genç, yaşlı onlarca vatandaşla dolup taşıyor, varoş denen semtler de can pazarları yaşanıyor, Alsancak gibi kentin en gözde ve en göz önündeki yerleşim yerinde caddeler yürünemeyecek kadar sulara teslim oluyor adeta kentte bir altyapı kaosu ortaya çıkıyor.
Bu konuda çevremden aldığım tepkilerin haddi var hesabı yok.
Gazetemize bu yönde iletilen şikayetlere yetişmek içinse basın ordusu gerekiyor.
Sanal ortamdaki şikayetlerden ise abartısız kilometrelerce mesafelik yol olur
Bir okurum şöyle demiş gönderdiği şikayet mailinde.
“Ne Ak Partiliyim. Ne de CHP’li. Ben İzmirliyim. Ve gerçekleri konuşmak boynumun borcu. İzmir yerel idarecilikte sınıfta kalmış durumda. Metro tartışmaları bıktırdı. Varsa yoksa suya zam. Ulaşıma zam. Özellikle kışın otobüsler gelmek bilmiyor. Gelenler de zaten trafikten ilerleyemiyor.”
Bir başka okurum ise şöyle diyor:
“Oyumu her ne pahasına olursa olsun Aziz başkana verdim. Hakkaniyetinden şüphem yoktu çünkü. Çabalarını da görmezden gelemem ama doğrusu geride kalan yıllarda otobüslerin yenilenmesinden başka akıllarda yer edici bir icraatı yok. Kış ayları İzmirliler için zulme dönüştü.”
Görüyorsunuz ya güzel kentimin sadece ve sadece hizmet etmek için göreve gelmiş sayın idarecileri.
İstediğiniz kadar konserler düzenleyin, devasa kültür merkezleri açın, her türden meslek için kurslar düzenleyin, o toplantıdan çıkıp bir başka toplantıya yelken açın, cafcaflı sözcüklerle gazete ve televizyonlarda boy gösterin halkın gözünde zerre kadar yer etmiyor bunlar.
Çünkü aslolan hayatı ne kadar kolaylaştırabildiğinizdir.
Ve ne kadar yaşanabilir kıldığınız.
Gerisi koca bir hikaye…

30 Ocak 2010 Cumartesi

Çkarılacak DERSLER!

Hayvanlar bir gün kim daha çok çocuk doğurabilir diye çekişmeye başlarlar. Hep birlikte dişi aslana gidip danışırlar.
"Sen kaç çocuk çoğurabiliyorsun?"
"Bir." diye yanıtlar dişli aslan.
"Fakat ben aslan doğururum."
Çıkarılacak ders: Nitelik, nicelikten önemlidir.

Yengeç ile annesi birlikte yürürken "Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum?" diye sorar anne yengeç çocuğuna. "Düzgün yürüsene! " der sonra.
"Pekala anne." der çocuk.
"Sen önümden düzgün yürü, ben seni takip ederim."
Çıkarılacak ders: Hareketler sözlerden önemlidir.

Aslanın biri bir koyunu yanına çağırır ve nefesinin kokup kokmadığını sorar.
“Evet.”diye yanıtlar koyun.
Aslan bu yanıta kızar ve koyunu oracıkta parçalar.
Daha sonra kurda seslenip yanına çağırır, ona da aynı soruyu sorar. “Hayır.”diye yanıtlar kurt korkudan. Ancak o da yağcılık yaptığı için aslanın öfkesinden kurtulamaz.
Sıra tilkiye gelmiştir. Aynı soruyu tilkiye de sorar.
Tilkinin yanıtı şöyle olur; “Üzgünüm, üşütmüşüm biraz, o yüzden burnum koku almıyor.”
Çıkarılacak ders: Akıllı kişi tehlikeli durumlarda konuşmaz.

Kazlar ve turnalar bir gün aynı tarlada yiyecek ararlarken birden yanlarına yaklaşmaya çalışan avcıyı fark ederler. Turnalar daha çevik ve hafif oldukları için hemen uçarlar. Oysa kazlar ağır hareket ettikleri için avcıdan kurtulamazlar.
Çıkarılacak ders: Yakalananlar her zaman suçlu değildir.

Yaşlı bir geyik hasta düşer ve daha rahat otlayabilmek için güzel otlarla dolu bir çalılıkta yaşamaya başlar. Her hayvanla iyi geçindiği için pek çok hayvan sık sık geyiğin ziyaretine gelir. Zamanla her gelen hayvan bu güzel otlardan tatmaya başlayınca kısa süre sonra tüm otlar biter. Geyik hastalıktan kurtulur ama yiyecek hiç bir şeyi kalmadığı için bir süre sonra açlıktan ölür.
Çıkarılacak ders: Cömert ol ama her geleni de dostun sanma.

Bir gün fareler bir araya gelirler ve başlarına musallat olan bir kediden kurtulma planları yaparlar. Pek çok fikir öne sürülür. Hiçbiri kabul görmez. En sonunda genç bir fare kedinin boynuna bir çan asmayı önerir. Böylece kedi kendilerine yaklaşırken farkına varacak ve kaçabileceklerdir. Bu öneri fareler tarafından alkışlarla onaylanır. Bu arada bir köşede sessizce onları dinlemekte olan yaşlı bir fare ayağa kalkar ve bu önerinin çok zekice olduğunu, başarılı olacağından hiç kuşkusu olmadığını belirtir. “Fakat.” der, “Kafamı bir soru kurcalıyor. Aramızdan kim kedinin boynuna çan asacak?”
Çıkarılacak ders: İyi bir plan yapmak ayrı, o planı gerçekleştirmek ayrı.

Bir okurum mail olarak göndermiş.
Dikkate değer diye düşündüm.

29 Ocak 2010 Cuma

Bakan Neden Sessiz?

Gösterilen tepkiler dolayısıyla olsa gerek lutfetmiş meclise asker davet etmişler ilgili komisyon üyeleri.
Amaç şu pek tuhaf Silah Kanunu Tasarısı’na ilişkin fikir ve önerilerini almakmış.
Bilindiği üzere bu oldukça düşündürücü tasarı ile MİT ve Emniyet’e ağır silah ithal etme yetkisi getiriliyor, askeri personele ait olan bireysel silahların kontrolü de valilere devrediliyor.
Tabii tasarı bu haliyle yasalaşırsa.
Askerler komisyonda yüksek sesle itiraz etmiş, “Her şeyi elimizden alıyorsunuz. Yeter artık.” demiş.
Vekiller ise görüşlerinin dikkate alınacağı sözünü vermiş.
Ancak gelin görün ki güzel ülkemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bu konuda tek kelime etmemiş.
Sessizliği tercih etmiş.
Doğrusunu isterseniz tasarı ne kadar tuhafsa ülkenin savunmasından sorumlu makamın sessizliği de o kadar tuhaf!
İnsanın aklına adeta dayatma ürünü olarak hazırlanıp ülkenin önüne konan tasarıyı sayın Bakanın da mı desteklemediği düşüncesi geliyor.
Acaba kendisi de mi bu tasarıdan rahatsız?
Mecburiyeten mi buna katlanmak zorunda?
Dayatanların baskısı Başbakan’ın sırtında Başbakan da sayın Bakan’ın mı acaba?
Aslında işi gerçekten çok zor.
Adeta iki arada bir derede kalmış durumda!
Bir yanda siyasi yaşamının bağlı olduğu iktidar ve iktidarın bu konudaki tuhaf kararlılığı diğer yanda böyle bir yasanın çıkması halinde ortalığın karışacağını açıkça beyan eden ordu.
Yine de sessiz kalmaması hakikatte ne düşündüğünü açıkça ortaya koyması gerekli.
Basın önünde sorulara verilmiş zoraki ve kaçamak cevaplarla konu geçiştirilmemeli.
Çünkü konu geçiştirilemeyecek kadar hayati.
Tarihi.
Kaldı ki tasarı bu haliyle geçerse ve Türkiye’de TSK’nın dışında ikinci, üçüncü büyük güçlerin oluşumuna izin verilirse, helede bu güçlerin tamamen siyasi erke bağlı olacağı düşünülürse tarih bu sessizliğe acı bir çığlıkla karşılık verecektir.
Dileğimiz bu çığlığın hiç ama hiç gerçekleşmemesidir.

28 Ocak 2010 Perşembe

Hakikaten Yuh Artık!

Dün Milliyet’ten Ali Eyüboğlu’nun yazısını okuyunca aynen böyle dedim.
Hatta içimden birkaç kere de tekrar ettim.
Sonra da bu konu üzerinde bir iki kelam da ben etmeliyim dedim.
Konu şu: reyting uğruna toplumun temel yapısı ile bağdaşmayan yapımlara imza atarak kazancına kazanç katıp sonra da magazin dünyasında caka satan yapımcı Fatih Aksoy, dünyayı ters yüz edecek, çağ açıp çağ kapatacak (!) türden bir buluşa imza atacakmış.
Geçtiğimiz günlerde özgürlüğüne kavuşan Mehmet Ali Ağca’ya yakında başlayacak dans yarışmasında jüri üyeliği düşünmüş hatta bu iş için 500 bin dolarlık bir de teklif yapmış!
Bu duruma inanamayan Eyüboğlu da açmış sormuş Aksoy’a olayın aslını astarını.
Cevap oldukça vahim!
“Haber doğru değil. Ama adam cinayet işledi, 30 yıl yattı bir 30 yıl daha mı yatıracağız. Para teklifi yapmadık. Yarışmacı olarak adı geçti.”
Ve devam etmiş muhterem, bu göz yaşartıcı söylemine.
“Ağca sadece Türkiye’de değil, dünyada tanınan biri. “
Dünyada tanınan!
İşte işin özü bu cümledir.
Aksoy nihayetinde bir yapımcıdır ve projelerinin ses getirmesini, televizyonlarda izlenirliliğinin yüksek boyutlarda olmasını elbetteki isteyecek, düşünecek, planlayacaktır.
Hatta bazen toplumun değer yargılarını göz ardı etme pahasına yapacaktır bunu.
Yapıyor da…
Yapılıyor da…
Aslolan daha fazla para kazanmak daha lüks içinde yaşayıp daha cafcaflı bir hayat yaşamak değil mi nihayetinde!
Evet.
Toplumun canına okunmuş kimin umrunda?
Her neyse gelelim biz malum konumuza.
Ağca dünyaca tanınan bir isim.
Evet.
Peki ne diye tanınıyor bu kişi dünyaca?
Papa’ya suikast düzenleyen, sonra da hücresinde Papa ile yarım saat sohbet edip Time dergisine kapak olan bir TÜRK.
Sonra “Mehdiyim-mesihim” açıklamalarıyla gündem yaratıp ardından Hristiyanlığın öncüsü sayılan Pavlos’a hayranlığını dile getirmiş bir TÜRK.
Dünya onu böyle tanıyor.
Biz daha fazlasını da biliyoruz.
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi suikastının tetikçisi.
Ve şu an herkesin gözü onun üzerinde.
Ne söylese olay olacak ne yapsa dünya konuşacak.
İşte Aksoy gibi birileri de “Adam bir 100 yıl daha mı yatacak.” diye olayı angaje edip servetine servet katacak.
Hayatlarına kastedilmiş insanlar mı?
Kimin umrunda.
Özellikle bu yapımlar nedeniyle geleceklerini saçma sapan şov programlarında şöhret peşinde koşmakla kurmaya çalışan gençlerin manen daha da batması hatta yerin dibine girmesi mi?
Kimin umrunda.
Aslolan para.
Daha fazla para.
Dünyalar kadar para.
Boşuna mı söylemiş atalarımız “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” diye!
Belli ki Aksoy da esirgememenin uğraşı içinde.
Eyüboğlu yazısı içerisinde “Yuh artık” dediği için özür dileme gereği duymuş.
Düşündüm ben de yapmalı mıyım diye.
Sonunda verdim kararı mı.
Özür dilemek gerekli elbette.
Özür dilerim ama daha çok gençlerden.
Yazımın başlığında kullanmak zorunda kaldığım bu kötü örnek oluşturan sözcük yüzünden.

Başbakan Kime İnanıyor?

Balyoz Darbe Planı öyle bir noktaya taşındı ki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ilk gün yaptığı yazılı açıklamaya rağmen gazetecilerin karşısına geçip yumruğunu masaya vurmak zorunda kaldı.
Bir ülke düşünün ki ordusunun en üst kademesi açıklama yapsın ancak buna komplo teorici aydın takımı itibar etmesin yıpratma kampanyalarını daha da ileriye götürerek kurumsal suçlamaya dönüştürsün.
Bu zümrenin Başbuğ paşanın açıklamalarını yine kendilerine has müthiş kıvırma ya da salağa yatma becerileri ile görmezden gelip bildiklerini okuyacakları malum ama birkere daha altını çizmekte fayda var bu sütunlarda da.
En can alıcı sözleri şüphesiz camii bombalama iddialarına yönelik söyledikleri idi.
“Arkadaşlar! Biz askerini savaşa Allah Allah diye nidalarıyla gönderen bir orduyuz. Böyle bir ordu Allah’ın evi olarak kabul gören camileri bombalamak gibi insafsızca bir plan yapabilir mi?”
Sonra ekledi elini kürsüye defalarca vurarak.
“Vicdansızlıktır. Lanetliyorum.”
Ve pek çok şey söyledi.
Konuşmasının sonuna doğru ise Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a üzerinize düşeni yapmıyorsunuz demeye getirdi.
“Bu yıpratma kampanyaları ile biz TSK olarak mücadele ediyoruz, edeceğiz de. Ancak bizim dışımızda da devlet tarafından bu mücadele yürütülmeli.”
Başbuğ paşa devletin üst kademesine bu konudaki rahatsızlıklarından bahsettiklerini söyledi açıkça ama bir sonuç alınamadığını da ortaya koydu.
Doğrusu buna şaşırdığımı söyleyemem.
Ancak yine de bu haykırışlara devletimin en yetkin ismi nasıl karşılık verecek diye merak da etmedim değil hani.
Acaba bir yerlerde çıkıpta bu çirkin ama bilinçli kampanyaları kınama yoluna gidilir mi diye düşündüm.
Ya da bu konuda bir soru sorulur da sayın Başbakanımız da “TSK ne diyorsa odur. Bu konu kapansın. Benim onlara inancım tamdır.” der mi dedim pek de ümidim olmayarak.
Beklentilerimin fazla iyimserlik olduğunu ise çok geçmeden anladım.
Sayın Başbakan önce Sakarya’da konuştu.
Sonra Memur-Sen’in “Uluslararası Demokrasi Kongresi’nde.
Sonra da Valiler Toplantısı’nda.
Ne mi dedi?
Birçok şey söyledi ama birkez olsun “Orduma güveniyorum. Böylesine asılsız iddiaların amacı bellidir” türünden kesin, net sözcükler söylemedi.
“Kirli senaryo” dedi hatta.
Kışkırtmalardan bahsetti hiç kimsenin bu türden oyunlarla bir yere varamayacağından bahsetti.
“Kim ki emaneti gaspetmeye yeltenir karşısında önce bizi bulur sonra da milleti. “ diyerek de aba altından sopa gösterdi.
Sanırım Başbuğ paşa da devlet üzerine düşeni yapmıyor derken bu türden yaklaşımları kastetti.

27 Ocak 2010 Çarşamba

CHP'de Kongre Var! Gazanız Mübarek Olsun...

CHP İzmir teşkilatında kongre süreci tüm hızıyla sürüyor.
Olaylı Buca kongresini Bornova takip etti ve tahmin edebileceğiniz gibi bu kongre de olaylı geçti.
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ile İl Başkanı Nalbantoğlu’nun desteklediği belirtilen Enver Dündar ipi göğüsledi.
Diğer aday Ertürk Çapın ise destekçileri MYK Üyesi Mehmet Ali Susam, eski İl Başkanı Kemal Karataş ve Bornova Belediye Başkanı Kamil Okyay Sındır’ı sevindiremedi.
Konumuz şu veya bunun kazanıp kazanmaması değil.
Konumuz kavga müptelası bir takım adamlar ve bu adamların CHP’ye verdiği akıl almaz zarar.
Çünkü maşallah diyesi geliyor insanın.
Tek adayla da girilse rakipler de olsa bir gerçek hiç ama hiç değişmiyor.
Partililer mutlaka bir kavga nedeni buluyor.
Ertesi günde gazeteler kongreyi sayfalarına “CHP’liler yine kavga etti” başlıkları ile taşıyor, televizyonlar çıkan olayları, arbedeyi tüm ülkenin ilgisine sunuyor.
Bornova kongresinde de bazı kendini bilmez partililer kantarın topuzunu kaçırıp görev yapan gazeteci arkadaşlarımızı şiddet üzerine inşa edilmiş dünyalarına katmak istemişler.
Aziz başkan bu muhteremlerin yerine özürdileme büyüklüğünü göstermiş de olay tatlıya bağlanmış.
Sağolsun sayın başkan ama CHP’nin her kongresi böylesi seviyesizlikler, böylesi aymazlık ve kendini bilmezliklerle mi gerçekleşecek?
Her CHP kongresi hiziplerin, çıkar kavgalarının, koltuk sevdalılarının damga vurduğu bir savaşa mı dönüşecek.
Hani az çok bu işin içindeyiz ve öyle dışarıya söylendiği gibi birlik beraberlik hikayelerinin söz konusu olmadığını biliyoruz.
Fırsatı bulunsa yıllarca aynı dava peşinde koşturan iki arkadaşın birbirlerinin gözlerini oymaktan çekinmeyeceklerini de biliyoruz.
Siyaset denen illetin özellikle alt kadrolarda sadece ve sadece kişisel hırstan ibaret olduğunu halka hizmetin bireysel menfaate ters düşmediği ölçüde geçerlilik kazandığını da biliyoruz.
Bunları biliyoruz bilmesine de alenen ve açıkça ortaya konulmasına bir anlam veremiyoruz.
Kavgaların, hiziplerin, menfaat çatışmalarının bu denli yüksek oranda seyrettiği bir partide acı olan şu ki buna sebep olanlar sonrasında çıkıp Genel Başkanlarını eleştirebiliyor, o partinin başından gitmedikçe kendilerine iktidar yolunun gözükmeyeceğini söyleme pervasızlığını gösterebiliyorlar.
Henüz üç ay önce kurulmuş bir partinin iktidara gelmesini, sonrasında yüzde 47’lere varan oya ulaşmasını CHP’nin ise yüzde 21’lerde kalmasını Deniz Baykal’a maledebiliyorlar.
Kimse kusura bakmasın ama şu bir gerçek ki; CHP’ye verilen yüzde 21’lik oyun tamamına yakını sadece ve sadece Deniz Baykal’ın liderliğinedir.
Bu oy oranında örgütünün payı yok denecek kadar azdır.
Çünkü örgütü onun hızına ulaşamamış hatta onu anlayamamıştır.
Deniz Baykal, partiler üstü bir siyaseti kendine hedef olarak benimsemişken örgütü sen ben kavgası ile bu hedefe rakiplerinden çok daha fazla zarar vermiştir.
Hala da vermektedir.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Bir Televizyon Klasiği: Polis-Vatandaş Skeci!

Önceki gün bir haber vardı ekranlara yansıyan.
Polis yol kontrolü yapıyor, 21 plakalı bir araç çevriliyor ve ehliyet ruhsat deniyor.
Bu sırada sürücü ile polis arasında gerginlik yaşanıyor.
Sürücü araçtan indiriliyor, aranmaya başlıyor.
Sinirlenen sürücü polise “Vatan hainleri” diye bağırıyor.
Sözü hak etmediğini düşünen polisler de anında sürücüyü yere yatırıp kelepçelemeye çalışıyor.
Sürücünün eşi feryat figan içerisinde araçtan inip polislere ne yapıyorsunuz diye soruyor.
Polis ile sürücü arasındaki söz düellosu ise sürüyor.
“Vatan haini nasıl dersin. Senin din, dil, ırk ayrımı yapmak gibi bir hakkın yok hemşerim” diyor polisin biri.
Yerde debelenen yüzüstü yatar vaziyetteki sürücü ise bağırıyor, “Gazeteci, gazeteci yok mu” diye.
Cevabı polis veriyor:
“İşte burada söyle ne söyleyeceksen.”
Sürücü “Diyarbakırlıyım” diye haykırıyor alabildiğine.
“Bütün bunlar bu yüzden başıma geliyor. Plakam 21 olduğu için. Diyarbakırlı olduğum için. Tek suçum Diyarbakırlı olmak” diyor yere kapaklanmış bir şekilde.
“Bölücülük yapıyorsunuz” diye de ekliyor son bir hamleyle.
Bu sırada olay yerine bir başka ekip geliyor.
Sürücünün eşi amirin önüne atlayıp başlıyor anlatmaya.
“Biz hastaneden geliyorduk. Dur dediler durduk başka bir şey yapmadık.”
Nihayetinde adam yerden kaldırılıyor, eşi ile birlikte ifadeleri alınmak üzere doğruca karakola yollanıyor.
Şimdi iki olguya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Birincisi polisin görev anlayışı.
Bu kolluk kuvvetlerimizin zaman zaman kantarın topuzunu kaçırdığını hepimiz biliyoruz.
Görevlerinin ne denli zor olduğunu da.
Ancak vurgulamak istediğim şu!
Nedense bu görüntülerin önüne bir türlü geçilemiyor.
Hatta bu türden görüntüler gün geçtikçe daha da çoğalıyor
Onca hizmet içi eğitim veriliyor, hatta artık her önüne gelenin bu meslekten olmaması için eğitim standartı yüksekokul seviyesine taşınıyor ancak üçüncü dünya ülkesi görüntüleri yine de son bulmuyor.
Gelişmiş ülkeleri düşünün bir an için.
Bugüne kadar bir defa olsun rastladınız mı?
Rastlayamazsınız.
Çünkü görev tanımı oldukça açıktır, görevliler de bunu nasıl icra edeceğini bilir.
Karşınızdaki suçlu ise diyaloğa girmezsiniz.
En basitinden suçunu söyler, belki biraz filmvari olacak ama haklarını sayar sonra da tek kelime etmeksizin takarsınız kelepçeyi tutar ilgili birime götürürsünüz.
Dakikalarca kameralar önünde komedi filmlerini aratmayacak türden rica minnet gözaltına alma sahneleri yaratmaz, polis-zanlı skeçleri oluşturulmasına imkan tanımazsınız.
İkincisi ise “Diyarbakırlıyım” diyen sürücünün alenen bölücülüğe kılıf bulmasıdır.
Bu yaptığı kesinlikle haksızlığa uğramış bir vatandaşın isyanı değildir.
Böyle düşünülmemelidir.
Bu açıkça topluma nefret tohumları ekmektir.
Bu açıkça bu ülkede ırk ayrımı yapıldığını Diyarbakırlı ya da o bölgeye mensup insanların güvenlik kuvvetlerimizce bu türden yaptırımlara maruz bırakıldığını gösterme çabasıdır.
Hatta ve hatta bu bölücülük propagandasıdır.
İnternet ve televizyonlarla dünyanın avuç içi kadar küçüldüğü bir zamanda ülkenin bu türden bir manzaraya ve de suçlamaya maruz bırakılmasına kimsenin hakkı yoktur.
Ne sıradan bir vatandaşın ne de o vatandaşın can güvenliğinden sorumlu polis arkadaşların.

24 Ocak 2010 Pazar

Kozmik Patatesler ve Halkın Ordusu!

Anketlerin değişmez sorularından biridir yapılmaya başlandığı günden bu yana.
“Türkiye’nin en güvenilir kurumu hangisidir?”
Ya da şöyle sorulur seçenekleri de tek tek sıralanarak.
“ Türkiye’de güvendiğiniz kurumlar arasında sıralama yapsanız birinci sırayı kim alır?”
İşte bu soruların yanıtı dün de bugün de hiç değişmemiştir.
“Türk Silahlı Kuvvetleri.” cevabı verilmiştir yüzde 90’ı aşkın bir çoğunlukla.
Nam-ı diğer Türk ordusu, vatan toprağının koruyucusu, milletin başlıca güvenlik unsuru.
Halkın kanaatini bu türden saldırılar azaltmayı başaramamıştır.
Hatta bir dönem içindeki cuntacıların yarattığı kaotik durumlar da ona bakışı değiştirmemiştir.
1960, 1971, 1980 gibi ortalama 10 senede bir darbeler yapması, 1997 yılında tankları yürütüp muhtıra vermesi de ona olan güveni alıp götürmemiştir.
Çünkü zaman zaman yanlışlar da yapmış olsa çok iyi bilinir ki; Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde ayakta TürkiyeCumhuriyeti.
80 yılı aştı, 100. yüzyıl kutlamalarına da ramak kaldı.
Bilinir ki yok olmak üzere olan bir imparatorluktan bugünkü hür ve bağımsız devleti halkıyla bütünleşen bu ordu var etmiştir.
Bilinir ki Sarıkamış’ta henüz çocuk yaştaki binlerce genç vatan uğruna soğuktan titreyerek can vermek zorunda kalmıştır.
Bilinir ki Çanakkale destanı sel olup akan Mehmetçiğin kanlarıyla yazılabilmiştir.
Bilinir ki bırakın postalı yırtık bir çarık dahi bulamadığı için ayakları parça parça olmasına rağmen hayatındaki en değerli varlığını, canını ortaya koymuş yiğitlerden oluşmuştur.
Bilinir ki böyle bir güç ve kudret olmadan varolamazsınız bu ateş çemberinde.
Bilinir ki dünyanın pençelerini üzerine saldığı ve de kimselere bırakmak istemediği bu coğrafya da bir tek şekilde yaşanabilir bir tek şekilde yaşamanıza izin verilebilir.
Askeri varlığınızla.
Ve bir de peygamber ocağıdır halkın manevi dünyasında.
Ölüm bile yok etmez o ocağa, o kuruma olan bağlılığı.
Şehadetle Cennet müjdesi vardır sonunda.
İşte bu yüzden ne ‘balyoz’lar ile sarsılabilir bu güven ne kozmik oda aramalarıyla yıkılabilir içten.
Sahi ne çıktı bu aramalarda?
Hani suikast planları vardı birilerine?
Yokmuş değil mi?
Ne varmış peki?
Koca koca kozmik patatesler!
Yenir mi dersiniz?
Şahsen biz yemediğimizi baştan söylemiştik!

Bugün Seçim Olsa Kime Oy Verirdiniz?