HOŞ GELDİNİZ



Gazetede yayımlanan makalelerimi artık buradan da takip edebilirsiniz.


İlginize teşekkürler...


31 Aralık 2009 Perşembe

Halkçı başkan Kocaoğlu 5 kuruşa değer miydi?

2007’de bitirilmesi öngörülüp 2011’e ertelenen metro konusu ile yatıp aynı konuyla kalkıyoruz İzmirliler olarak.
Metro aşağı metro yukarı derken kentimin şehremini sayın Kocaoğlu bir zammı yürürlüğe soktu pek de çaktırmadan.
Çaktırmadan diyorum gazeteler kıyı da köşe de yer verdi genelde.
Zaten zamma ilişkin ifadeler de mahkeme kararına ilişkin sürecin satır aralarında yitip gitti bir güzelce.
Bazıları ise hiç görmedi bile.
Yerel televizyonlarımız mikrofon uzatıp ne düşüyorsunuz sorusunu sorduysa da -özellikle öğrencilere- ben denk gelmedin nedense.
Her neyse, sözüm kardeşçe (!)
Kaş ile göz arasına zamma nedir gösterilen gerekçe?
Benzin fiyatları mı fırladı, otobüsü kullanan İzmirli sayısı mı azaldı?
Yoksa belediyemiz 5 kuruşluk zamdan gelecek parayla mı yürütecek projelerini?
Yoksa asgari ücrete zam ayı olduğu için ne koparsak kardır diye mi düşünüldü?
Elbetteki hayır bu soruların yanıtı.
Hayır da nereden çıktı bu 5 kuruşluk zam.
Ulaşıma yapılmış zammı durduran mahkemeye karşı “Bildiğimi okurum mu” denildi yoksa?
Böyle denildi de cezası İzmirlilerin sırtına mı yüklendi?
Yukarıda ki gibi bu soruların yanıtına da hayır diyemiyorum maalesef.
Başka sebeplerde olmakla birlikte hem zammı adliye koridorlarına taşıyan çevrelere hem de yargıya “Ben ne dersem o dur” denildi bu beş kuruşla çünkü.
Denildi denilmesine ama beş kuruş binlerce pozitif bakış açısını ortadan kaldırmaya değer miydi halkçı başkan Aziz Kocaoğlu.
Alıp da İzmirlinin altına verdiğiniz her biri metro konforundaki otobüsler için size edilen duaların şahidi bizzat benim.
90 dakika içerisindeki ikinci binişleri ücretsiz yapmanızdan dolayı gencecik öğrencilerin yüzünde güller açtırdınız, çoğunluğu dar gelirli ailelerin en azından bu gideri kara kara düşünmesini önlediniz.
Kent içi ulaşımı bir uçtan bir uca hatta kırsal yörelere taşıyıp oradaki vatandaşlarımızı da kent ile bütünleştirdiniz.
Evet metroyu ötelediniz ama nihayetinde bunları da siz gerçekleştirdiniz.
Keşke belediye için hiçbirşey öğrenci Ayşe, asgari ücretli Mehmet için çok sey ifade eden 5 kuruşluk zam mı da es geçseydiniz, geçebilseydiniz.
Belki ESHOT zarar ederdi ama inanın kazanan siz olurdunuz!

30 Aralık 2009 Çarşamba

Sen rahat uyu ATAM bugünler de geçecek

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a güya gözbebeği kurumumuz olan TSK’ya mensup birkaç subay suikast düzenleyecekti.
İş o kadar ciddiydi ki; Genelkurmay’ın açıklaması bile sayın Arınç’ı tatmin etmemişti.
Derhal güzide ordumuzun belli birimlerine girildi, arama üstüne aramalar yapıldı.
Seferberlik Tetkik Kurulu’ndan tutun da Kozmik Oda’ya varıncaya kadar ortalık toz duman oldu.
Neymiş suikast planları aranıyormuş.
Hala da aranıyor!
En son dün akşam dördüncü yok yok beşinci yoksa altıncı kez mi girilmişti?
Kusura bakmayın ben bile şaşırdım sayısını.
Sonuçta sürekli girip arıyor polisimiz bir takım planlar.
Arıyor da buluyor mu bir şeyler kimse bilmiyor onu işte.
Tıpkı ‘demokratik açılım’ gibi bu işte şu an için tam bir muamma.
Maşallah koskoca bir yılı, 2009’u muammalar içinde geçirdik toplumca.
Şimdi eski DTP’li yeni BDP’li vekiller var ortada.
Mahkemeler zorla getirilmelerine karar veriyor duruşmalara ardı ardına.
Ahmet Türk’ler, Aysek Tuğluk’lar, Sebahat Tuncel’ler.
Onlar biz gitmeyiz deyip posta koyuyor yargıya, yargı ise “Ben getirmesini bilirim” diyor hukuki ağızla.
Gidecekler mi gitmeyecekler mi?
İfade verecekler mi, ifadeleri alınacak mı?
Devlet bu nihayetinde asla boş geçmez, ne yapar ne eder gücünü ortaya serer.
Garip olan şu ki; bu canım devlet cezaevinden çıkarıp vekil yapmıştı birilerini şimdi ise gördüğü yerde yakalamanın derdinde.
Ve güzel ülkemin güzel kentlerinden Diyarbakır’ın güzellikten çokça uzak Belediye Başkanı Osman Baydemir.
Naptı bu zat?
Bu görevi üstlendiğinden bu yana sayısız kere yaptığı gibi yine teröristlere kol kanat mı gerdi yoksa Mehmetçiğimize mi çattı.
Hayır.
Daha da fena.
Bu zat bu kez çıkıp milyonlarca insanın gözünün içine baka baka devlete ve de bu devletin yaşayanlarına küfürler savurdu.
Ağzından falan da kaçırmadı.
Anlamayanlar varsa diye bir defa daha tekrarladı.
Ve sonra da çıkıp utanmadan sıkılmadan yaptığı bu arsızlığı Allah’ın zulme ilişkin sözlerine dayandırma cüretini gösterdi.
O gün bugündür de elini kolunu sallayarak geziyor, yandaşları arasında cesur (!) adam duruşu ile caka satıyor.
Peki devletim napıyor?
Küfürün birincil muhatabı devletimse maalesef başını kuma gömmüş söyleneni hazmetmeye çalışıyor.
Belki yine laf olsun diye bir soruşturma başlatıp bu zatın ifadesine başvuracak, sonra da ‘yanlış anlaşılma’ safsatası ile yaptığı yanına kar bırakılacak.
Sonra da bu canım devletim gidip kredi kartı borcu nedeniyle kaçacak delik arayan asgari ücretli Ahmet efendinin canına okuyacak.
Devlete küfretmek serbest ama borçlu kalamazsın diyecek.
Birileri de yine ordumuzu yıpratmanın en sıra dışı örneklerini sergileyecek
Barış nutuklarını ceplerine doldurmuş birileri yargıyı hiçe sayacak
Ve yine birileri maalesef insanların gözünün içine baka baka “Hastir” çekecek.
Sen rahat uyu sevgili ATAM!
İnan bana bugünler de geçecek…

29 Aralık 2009 Salı

Keşke Pierre Loti kadar OLABİLSEYDİNİZ?

Asıl adı Louis Marie Julien Viaud.
Bizim bildiğimiz daha doğrusu artık kanıksadığımız adı ise Pierre Loti.
Ünlü Fransız romancı.
Loti isminin 1867’li yıllarda çıktığı bir seferde Tahitili yerliler tarafından verildiği söylenir.
Zaten egzotik iklimlerde yetişen egzotik bir çiçeğin ismi imiş.
Amacım size Loti’nin hayat hikayesini anlatmak değil tabiî ki.
Bir dönem Osmanlı edebiyatına da merak salmış ve “İstanbul’un fahri hemşehrisi” olarak kabul görmüş bu isim bugünlerde İzmir için de gündem konusu.
Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu’nun Ahmet Piriştina Kent Arşivi’ne bağışladığı 6 klasör ve 252 belgenin tasnifi tamamlandı ve açıldı.
Bunlar arasında öyle bir belge var ki; gündemimizin değişmez konularından Ermeni soykırımına ışık tutuyor.
Kendisini “Türk dostu” olarak niteleyen Loti, bizzat el yazısıyla kaleme aldığı araştırmasında “soykırım, soykırım” dite atıp tutan batıya açıkça şunu söylüyor:
“Azınlıkları siz kışkırtıyorsunuz.”
Bununla da yetinmiyor.
Azınlık cemiyetlerinin dış yardımlar ve aldıkları direktiflerle ayaklanmalar çıkardıklarını dile getiriyor, kendisinin de vatandaşı olduğu batılı ülkelerin Müslüman topluluklara yapılan eziyetleri görmezden geldiğini tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor.
Hatta kendisini de dahil edip buna karşı çıkan duyarlı batılıların da sansüre uğratılmasından yakınıyor.
Araştırmasının sonunda ise iki yüzlü batıya adeta haykırıyor:
“ Türklerin barış ve hoşgörü timsali bir millet olduğunu hazmedemediniz. Olayları çarpıtan sizlersiniz.”
Şimdi durup birkaç dakika düşünün lütfen!
Bunu söyleyen, kaleme alıp sonraki kuşaklara ulaşmasına imkan tanıyan kişi bir Fransız.
Hem de safkan bir Fransız.
Protestan bir ailenin en küçüğü.
Fransız Deniz Kuvvetleri’nde Albay olacak kadar da dirayetli ve zeki.
Kanımca bizden birileri elini kolunu bağlayıp, başına da silahlı adamlar dikip yazdırmamıştır bunları.
Elbet biliriz Loti’ye mesafeli yaklaşanları.
Loti’nin gerçek bir Türk dostu olduğunu kabul edenlerle Osmanlı’nın tükenişine acıyan bir Fransız subayı olarak gören ikiye ayrılmış aydınları.
Nazım Hikmet’in “Tifüsün bitini bile ondan daha yakın bulduğu” yazısını.
Biliriz de şunu da göz ardı edemeyiz:
“Keşke o kadar savunabilseydiniz bu vatanı…”
Bir garip Türk aydınları!..

27 Aralık 2009 Pazar

Polis ve MİT kime karşı?

Çok değil bundan 10 yıl öncesine kadar kimse böylesine bir kaos ortamından bahsedemezdi.
Dış politikada çoğunlukla çuvalladığımız, ‘açılım’ muamması ile etnik ayrımcılığa kapıldığımız, iç politikada dediğim dedik anlayışını uyguladığımız, kurumları birbirine hasım haline getirdiğimiz bir dönemi yaşıyoruz maalesef.
Ve bir adım ötesine dair umut değil umutsuzluk hakim.
Hükümet artık kaos sözcüğünün iyice dillendirildiği böyle bir dönemde bir de Silah Kanun Tasarısı’nı sürdü gündeme.
Sanki tartışacak az konumuz varmış gibi.
Tasarı askeri silah alımını Milli Savunma Bakanlığı’ndan alıp Sanayi ve İçişleri Bakanlıklarına devrediyor.
Öyleki silah ruhsatı yetkisi de ordudan alınıp Valiliklere veriliyor.
Birçok tasarı gibi bu da AB’ye uyumun bir bedeli!
Bedel diyorum çünkü konu çok ama çok önemli, hatta hayati.
Tasarı adeta 5, 10 yıl öncesine kadar konuşulan komplo teorilerinden birinin, yani ülkenin en büyük tehdit olarak öngördüğü irtica tehlikesine giden yolun altyapısını oluşturur nitelikte.
Çünkü aklı başında hemen her Türk vatandaşının bildiği ve de kabul ettiği gibi şeriat özlemi içindeki zümrenin önündeki en büyük engel Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.
TSK’yı altetmeden, onu safdışı bırakmadan hain emellere ulaşılamaz, 100. yılına doğru ilerleyen Cumhuriyet altedilemez.
Bu demek değildir ki; Ak Parti bu hain emelleri güden isimlerden oluşuyor.
Doğrusu Türkiye Cumhuriyeti’ni idare eden bir iktidara böylesi bir yakıştırmada bulunmak en azından benim için söz konusu olamaz.
Ancak hükümet geçmişte de örneklerini gördüğümüz üzere AB hırsının da kurbanı olabiliyor.
Malum tasarı da bu hırsın bir yansıması diye düşünüyorum tüm iyimserliğimle.
Ama şunu da biliyorum ki; şeriat özlemi içindeki zümre ellerini ovuşturmaya başlamış bile.
Tasarı Genelkurmay’ın “Sıkıntı olur” uyarısına rağmen geçer de yasalaşırsa ülkemizde ikinci bir ordunun varlığından bahsetmek hiç de şaşırtıcı olmayacak.
Polis ağır silahlarla donatılabilecek.
MİT de yine silah ithali ile ayrı bir güç haline gelebilecek.
Şimdi soruyorum:
MİT’in ya da polisin buna ihtiyacı var mı?
Örneğin polis tank ya da havan topu ile kimle mücadele edecek?
Bu donanımlarla polis ya da MİT hangi sivil amaca hizmet edecek?
Sivil amaçtan kastedilen tam olarak nedir?

26 Aralık 2009 Cumartesi

İki lider, iki toplum.. Yanmışız MAALESEF!

Biri dünyanın hamisi Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama.
Diğeri 72 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan.
Biri sadece ülkesine değil dünyaya örnek.
Diğeri çoğunlukla Türkiye’ye, biraz Türki Cumhuriyetlere, biraz da Müslüman ülkelere.
Biri 2 çocuk sahibi, iyi bir aile babası, atletik genç ve diri.
Diğeri 4 çocuk sahibi, iyi bir aile reisi, karizmatik hitabet yeteneği üst düzeyde.
Ve bunlardan dünyaya örnek olan hastanenin yolunu tutuyor, kolunu açıyor, dünyayı kasıp kavurduğu söylenen Domuz Gribi’ne karşı aşı oluyor.
“Çocuklarım var” diyor.
Hem onları hem kendimi düşündüğünü belirtip tüm halkını da aşı yaptırmaya çağırıyor.
Diğeri “72 milyona aşınızı mutlaka yaptırın” diyen Sağlık Bakanı’na kızıyor.
Depolarda bekleyen milyonlarca doz aşıyı göz ardı edip isteyen yaptırsın “istemeyen yaptırmasın” diye de kamuoyuna toplumun kararını derinden sarsacak şekilde açıklama yapıyor.
Üstüne üstlük bakanları da ona eşlik ediyor, hepsi adeta söz birliği etmişcesine “Bizler risk grubuna girmiyoruz” diyor.
Şimdi soruyorum sevgili okurlarım!
Siz olsanız hangi liderin peşinden gidersiniz?
Siz olsanız hangi lidere kayıtsız şartsız inanır, sağlığınızın ve yaşam güvencenizin emin ellerde olduğuna inanırsınız?
Doğrusunu söylemek gerekirse ben ilkini tercih ederim.
Çünkü bilirim ki, hayatta ekmek ve su kadar temel bir olgudur güven.
Güven duymadığınız hiçbir işe kalkışmaz, güven duymadığınız hiçbir ortama girmez, güvenmediğiniz biri ile arkadaşlık etmez, güven duygusunun bulunmadığı yerde yaşayamazsınız.
Nihayetinde hayatımız güven üzerine kuruludur.
Sevmek için bile güvenmek isteriz önce.
Bir merhabayı bile gözlerine bakarak söylemeyi tercih ederiz karşımızdakinin.
Çünkü biliriz ki yalan söylemez gözler.
Ya güven verir alır seni götürür ya da iter ardına bile baktırmaz.
İşte bu yüzdendir ki Amerika’da insanlar gider peşinden liderlerinin.
Çünkü kaygıları yoktur, inançları tamdır.
Bizde ise Başbakanımız bile farklıdır.
O risk grubuna girmez, riski alması gereken MİLLETTİR çünkü (!)

24 Aralık 2009 Perşembe

Bir gündemimiz daha oldu: HAYIRLI OLSUN (!)

Allahım sen ne gündemi bol bir ülke ihsan eylemişsin bizlere.
Maşallah olağan tek bir gün geçirmiyoruz artık.
Eskiden bir irtica tehlikesi vardı bir de PKK terörizmi.,
Hani hayat pahalılığı zaten kaderimiz olmuştu, üç beş senede bir de kriz yaşamaya alışmıştık ama yine de başımız bu denli dönmüyordu.
Önce Kıbrıs ile başladık farklılığa.
Çözümsüzlükten vazgeçip çözecektik konuyu ama dediklerini yapmamıza rağmen sağ gösterip sol vurdu Avrupalı.
Ardından Büyük Ordatoğu Projesi’nin eşbaşkanlığına soyunduk etrafımızda olan bitenin içinde biz de olalım diye bu kez stratejik ortağımız Amerika dur dedi ellerini iki yana açıp.
Eh bu kadarı bile bize yeter deyip başka diyarlara açıldık elbette.
Biz büyük bir devlettik nihayetinde.
Sonra tarihimizle yüzleşmeye karar verdik ülkemizi ziyaret eden başkan Obama deyince.
“Canım biz de az değiliz” deyip sardık sarmaladık Ermenistan’ı güzelce.
Ardından protokoller imzaladık…
Tek millet deyip kardeş saydığımız Azerbaycan’ı hiçe saydık.
Nihayetinde Cumhuriyet tarihimizin aşılmamış sorunlarını bir bir ortadan kaldırdık (!)
Sonra bir anda aklımıza terör geldi, teröristler geldi, PKK geldi.
Diğerlerini çözen bunu görmezden mi gelecek?
Hemen sıvadık kolları, açıkladık kamuoyuna adını.
Kürt açılımı diye başladık, demokratik olmasında karar kıldık.
Ardından ne olduğunu anlamadan yol haritasının yolunu gözlemeye başladık.
Baktık olmuyor, bari birilerini gönderinde tutalım bir yerden ucunu dedik.
O birileri 34 kişi olarak geldi güzel ülkemize.
Ellerini kollarını sallayarak, zafer işaretleri yapıp adeta meydan okuyarak.
Sonra engel olamadık binlerce insanı oraya yığdık, şehitlerimizin kemiklerini sızlattık.
Şehit ana, babalarını gözyaşları içinde bıraktık, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu meclisden apar topar dışarı attık.
Anlayacağınız diğerleri gibi bu sorunun çözümünü de yüzümüze gözümüze bulaştırdık.
Şimdi konu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişimi.
Bir süre de bununla yatıp kalkacağız.
Sayın Arınç konuyu MGK’ya taşıyacak, işin peşini bırakmayacakmış.
Bireysel anlamda taktire şayan bir davranış.
Bırakmayın, bırakmayın elbette ama günü geldiğinde şu yaşananların, yaşattıklarınızın hesabı da kalmasın sizde.
Devlet Bahçeli ya da Deniz Baykal gibi Yüce Divan’ı kastetmiyorum elbette.
Sadece vicdani hislerinizle paylaşın milletle.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Bir garip metro içinde; Ak Parti ve KOCAOĞLU

Türkiye son birkaç aydır açılım ile yatıp kalkarken İzmir de son birkaç yıldır bitirilemeyen metrosu ile gündemden düşmüyor.
Kentte hiçbir sorun kalmamışcasına metro aşağı metro yukarı tartışmaları almış başını gidiyor.
Önce genelde iktidar yerel de muhalefet rolündeki partiden başlamakta fayda var.
Adeta tek kozuymuşcasına sarılmış bu konuya.
Nerdeyse haftanın üç günü metro üzerine basın toplantıları yapılıyor, söyleşiler düzenleniyor, farklı bir konuda sorulan soruların yanıtları bile metroyla başlıyor.
Metro bitmedi, metro bitirilemedi..
Gören de hani bunu söyleyenlerin hiçbir kabahati yok sanır.
Sanki Büyükşehir Belediye Meclisi’nin ikinci büyük grubu bu genel iktidarın sahibi partinin üyelerinden oluşmuyor.
Sanki bir önceki dönem alınan kararlarda hiçbir sorumlulukları bulunmuyor.
Sanki iptal kararını CHP’li ya da Ak Parti’nin dışında herhangi bir partiye mensup KİK idarecileri verdi.
Sanki bu karar sonrasında çıkıp KİK’e “Keşke bunu yapmasaydınız. İzmirli bunu da yazacak bir kenara” diye serzenişte bulunuldu.
Sanki partinin genel merkezine ulaşılıp bu işe bir çare bulun denildi.
Maalesef bugüne kadar alınan her kararda yapılan her icraatta CHP misyonunun ne kadar payı varsa Ak Parti misyonunun da payı ona denktir.
İyi veya kötü diye nitelenecek her icraat ortak bir meclisin ürünüdür.
Denebilir ki efendim; “Sonuçta bizler muhalefetiz. Sözümüz bir yere kadar. İktidar bildiğini okuyor, ben yaptım olu diyor.”
Pek tabii söylenebilir bu.
Söylenir söylenmesine ama bir başkası da çıkıp şöyle der mesela: “Ama beyefendiler madem sizin hiçbir hükmünüz geçerli değil ne diye işgal ediyorsunuz o koltukları. Hangi vicdani duruşu sergileyip de hak ediyorsunuz oturum başına aldığınız içinde yetim hakkı bulunan paraları.”
Tabii duyulmaz bunlar. Kulaklar sağır, gözler kör olur bir anda.
Bildik tavırlar sergilenir, atılır yapılmadı, edilmedi türünden can sıkan nutuklar.
Muhalefeti yazmaya sayfalar yetmez birkaç kelam da başkan Aziz Kocaoğlu’na edelim naçizane.
Evet metroyu 2005’te başlayıp 2007’de bitirmeyi planladınız.
Ama olmadı.
Siz yeniydiniz o koltukta.
O kadar oldu o zamanki bürokratlarınızla.
Sonra yeniden ihale ettiniz, tekrar start verdiniz.
Bu kez talihsizliğinz çıktı ortaya.
Yine olmadı, proje yine kaldı başka bahara.
Şimdi inatla, arzuyla başladınız bu kez KİK girdi araya.
Siz de başvurdunuz yargıya.
Ve geçen tünelde söz verdiniz tüm İzmir halkına.
En geç 2011’de metro akacak raylarda.
Kızmak haddimize mi bilmiyorum ama şunu diyorum ben kendi adıma.
Sayın Burhan Özfatura’dan sonra 6 koca yıl kimse dönüp de bakmadı bu metroya.
Üçyol-Bornova hattından öteye taşınamadı kitleler istasyonlara.
Siz en azından bir çaba koydunuz ortaya.
Biter ya da bitmez bilemem ama en azından bu çabaya saygı duyulmak zorunda.

22 Aralık 2009 Salı

Ağzı bozuk YORUMCU TAYFASI!

Ben iyi bir Fenerbahçeliyim.
Öyleki hayatımın ilk beşi arasındadır.
Taraftarı olmaktan gurur duymuşumdur, duyuyorum da.
Renklerine aşığım, ismine vurgunum.
Bir taraftar olarak da kulübüme katkı sağlamak adına elimden geleni yapıyorum.
Buna karşın yine de rakibimiz olan diğer takımları lanet olası olarak anmıyor, hatta belli ölçülerde saygı da duyuyorum.
Ve biliyorum ki bu şekilde düşünen milyonlarca insan var bu ülkede.
İyi güzel de bunun anlamı ne şimdi dediğinizi duyar ibiyim.
Anlamı şu:
Spor medyasına, özellikle de şu yorumcu tayfasının adeta bodoslama daldıkları tv dünyasındaki saçmalıklarına serzeniş.
Hatta isyan.
Hafta sonları tv izleyemez hale geldik.
Önüne gelen spor adamı, önüne gelen yorumcu, önüne gelen otorite.
Birileri dünyanın aptal zamanı üç beş yıl top oynamış şimdi onun hürmetine kelam ediyor ttv’lerde birileri gazete patronunun eşi dostu akrabası olduğu için şans bulmuş kalem sallamaya birileri de mahalle kabadayısı ağzıyla iş gördüğü için otorite sayılmış bu dünyada.
Hemen her hafta sonu ki şimdi artık Pazartesi’leri de dahil ettiler haftanın üç dört gün bu muhteremlere tahammül etmek zorunda bırakılıyoruz.
Hani bir de konuşabilseler hiç sorun değil ama söylemek istediklerini ya tam olarak anlatamıyorlar ya kelime dağarcıkları fazla olmadığı için kendileri ile cebelleşip programın süresine yeniliyorlar ya bağırıp çağırıyor ya da kahinliği soyunuyorlar.
İddia ediyorum Türk medyasının kültürel düzeyi, eğitim seviyesi en düşük hatta evlere şenlik yanı bu spor birimleridir.
Kastettiklerim ise kesinlikle muhabir ya da editörler değildir.
Yorumcu diye geçinen sadece laf hegamonyası yaratmak için yılda birkaç bin doları ceplerine indiren belli bir zümredir.
Üslup diye bir şeyden haberleri yoktur.
Saygı yerlerde sürünür, günlük konuşma dili ile güya topluma mesajlar verilir.
Küfürler bu pek aydın kişilerce canlı yayınlarda dillendirilir.
Soruların içeriği henüz ilkokul düzeyindeki öğrencilerin seviyesinden bile uzaktır çoğu zaman.
Alınan yanıtları algılama yeteneği ise en az birkaç tekrarın yerine getirilmesi sonucu çok daha net çıkar ortaya.
“Birader”, “Baba”, “Hain, “Defolup gitsin” gibi son derece anlamlı (!) ifadeler bu müthiş otoritelerin (!) o 50 60 kelimeyi geçmeyen sözcük dağarcıklarındaki en nadide olanlarıdır.
Her maç öncesi ya da sonrası çıkar konuşur da konuşurlar.
Asla net ifadeler duymazsınız onlardan. Hep genel sözcükler dikkat çeker.
Örneğin bir maç için o müthiş otoritesini (!) konuşturup “Maçı şu takım kesin alır” demez, diyemez.
Üç ihtimalli maç deyip çıkar işin içinden.
Sonra da “İyi de kardeşim bunu insanlar zaten biliyor. O zaman benim otoriteliğim nerede kaldı” diye de sormaz, sorgulamaz kendini.
Otoriteymiş, yorumcuymuş, tecrübeymiş, miş miş de miş miş.
Türkçe’yi 50 60 kelime ile konuşup, kendini tekrar edenlerin, ağzı bozuk kabadayı tiplerin otorite olduğu nerede görülmüş.
Ne yazık ki bizde!

Ne mutlu ki Türk'üm AYMAZ DEĞİLİM

Türk’üm..
Türk’üm..
Türk’üm..
Denk geldiniz mi bilmiyorum ama geçtiğimiz günlerde gazeteler yer verdi konuya kıyıda köşede de olsa.
Hatta tv programlarında skeçlere bile konu edildi.
Uşak’ta aracının arkasına “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü yazdırdığı için ceza kesildi sürücüye.
Evet, evet sadece bunun için.
Bunu yapan polise herhangi bir yaptırım uygulanıp uygulanmadığını bilmiyorum ama en iyi yaptırım yaşadığı yerin neresi olduğunu kafasına vura vura belletmek olacaktır aslında.
“Hey arkadaş sen Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyorsun muz cumhuriyetinde değil” demektir.
“Hani nasıl olmuşta bu ülkenin güvenlik görevlisi yapılmışsın bilmiyoruz ama yapacağın en son şey bile olamaz kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüne ceza kesmek” demek olmalıdır en iyi yaptırım.
Evet açılım teranesi ile ülkenin ayrıştırıldığı bir gerçek,
Kıbrıs’ta “Çözümsüzlük çözüm değildir” sloganı ile yola çıkıp sonra Avrupa’nın iki yüzlülüğüne teslim olduğumuz da bir gerçek,
İktidar yanlısı olmayan hemen herkesin canına okunduğu, ekonomik durumumuzun gün geçtikçe içler acısı bir hale dönüştüğü de yaşadığımız gerçeklerden.
Bu şekilde sürüp gidiyor belki düzen ama Ata’mıza yapılan bu türden saygısızlıkların cevapsız kalmayacağı da bir gerçek.
Bu ülkede kimse ne büyük önder Atatürk’e laf söyleyebilir ne de onun kurduğu, biz gençlerin ise emanet olarak aldığımız bu güzel ülkenin yoluna taş koyabilirsiniz.
Adım adım 100 yılımıza doğru gidiyoruz kuruluşumuzun.
Çok kalmadı 2023’e.
Ve geçen sürede o kadar yaşandı ki bu türden aymazlıklar yinede var olduk 72 milyonluk dev birliktelikle.
Elbette Atatürk’ü sevmeyebilirsiniz.
Elbette benim özgürlüklerim var diye tutturabilir içten içe kin de kusabilirsiniz.
Ama ona saygı da kusur edemezsiniz.
Etmemelisiniz.
57 yıllık hayatınızın 35 yılına yakınını cephelerde ölümle burun buruna geçirebilir misiniz?
Gülüp eğlenmek, aşk meşk edip canım banane ülkeden, milletten demek yerine yedi cihana hayattaki en değerli varlığınızın canınızın pahasına karşı koyabilir misiniz.
Aç kurtlar misali bekleşen devletlere “Bağımsız yaşayacaksa yok olsun bu millet” diyecek kadar güven dolu olabilir misiniz?
Tükenmiş, yok olmuş bir imparatorluktan yepyeni bir devlet varedebilir misiniz?
Bakın bakalım geçen 100 yılda bunu başarabilmiş kaç kişi var?
Yok mu?
İşte sadece bu yüzden bile ona saygı duymak zorundasınız.
Tabii birazcık vicdan sahibiyseniz.

Biz bu oyunda YOKUZ

Terörün bitirilmesi adına başlatıldığı öne sürülen demokratik açılıma yönelik fikirlerim az ya da çok biliniyor.
Bazı okurlarım özellikle ‘Faşist İzmir’ suçlamalarının ardından kaleme aldığım makalelerime serzenişte bulunmuş, açılım projesine neden bu kadar katı yaklaştığımı sormuş.
Yazılarımda da özellikle vurguladığım gibi; aklı başında hiçbir insanın barış girişimlerinin karşısında olacağına ihtimal vermiyorum.
Bu türden çaba sarfedenlerin de kesinlikle desteklenmesi gerektiğini şu anda bile vurguluyorum.
Ancak şunu da vurguluyorum ki; kaş yaparken göz çıkarılmamalı.
Elbetteki demokratikleşelim.
Elbetteki barış adına gereken kulvarlara açılalım.
Güneydoğu halkına daha iyi yaşam şartları hazırlayalım, kurtaralım insanları ağa baskısından, aşiret hegamonyasından, töre ve gelenek yobazlıklarından.
İş ve ekmek verelim, kaybetmeyi göze alamayacakları bir hayat oluşturalım.
Ama bunu yaparken 30 yıldır bu ülkeye kan kusturan ve dünyanın da kabul ettiği şekliyle terörist bir örgüte paye tanımayalım.
Zafer nidaları attırmayalım, bugüne kadar yaptıklarını yanlarına kar olarak bırakmayıp cezalarını da ilahi adalete havale etmeyelim.
Hukuka güvenelim.
Terörü bitireceğiz diye, teröristle pazarlığa girişmeyelim.
Dik duralım, devlet gibi devlet olalım.
Dile kolay 30 koca yıl.
Çeyrek asırı aşkın bir zaman.
Ve bu zaman içerisinde vahşice katledilen binlerce masum insan.
Öyleki henüz yeni doğmuş minicik bedenler.
Ayşeler, Fatmalar, Mehmetler.
Ve yine binleri bulan şehit; güvenlik görevlilerimiz, öğretmenlerimiz, askerlerimiz.
Evet! Biliyorum bizler geçmişi çabuk unutan bir milletiz.
İyi de bu kadar mı bitiğiz, bu kadar mı eziğiz?
Pek tabiî ki Kürt vatandaşlarımıza hakkını, hukunu tam olarak vermeliyiz.
İnsanca yaşamalarını temin etmeli, dışarıdan kotarılmış muhteremlerin (!) Türkiye gibi bir ülkeye nefret tohumları ekmelerini önlemeliyiz.
Biriz, kardeşiz, tekiz.
Açsak açız, toksak tokuz.
Açılım denen muamma keşke onları kapsıyor olsa.
İşte bu yüzden karşıyız, bu yüzden biz bu oyunda yokuz.

Yazık ki çok YAZIK!

Önceki akşam tv başındaydım ve ekranda gece haberleri dönüp duruyordu ardı sıra.
İzmir ismini duyunca yoğunlaştım ekrana.
DTP konvoyuna yönelik eylemler masaya yatırılmış, konuya dair de iki kişiden yorumlara yer verilmişti.
Bunlardan biri İzmirli gazeteci abimiz Yılmaz Özdil idi.
'Faşist İzmir' nitelemesine kızıyor, tepkisini dile getiriyordu.
Bir diğeri ise meşhur (!) Taraf gazetesinden Razim Ozan Kütahyalı idi.
Genellikle muhafazakar kesime yakınlığı ile bilinen kanallarda rastladığımız bu arkadaş, o birkaç dakika içinde öyle bir İzmir profili ortaya çıkardı ki kulaklarıma inanamadım.
Kendisinin yalancısıyım ama ekranda benim memleketim diye sözetti İzmir’den.
Sonra da İzmir’in bölünmenin eşiğinde olduğundan tutunda, modern bir kent olmadığına vurgu yapıp, asılan Türk Bayraklarından rahatsızlığını dillendirdi gayet rahat bir tavırla.
İzmir’i gözüne kestirmiş ve kendi iç dünyasında musalla taşına yatırmış bu arkadaşın sonraki sözleri ise terbiye sınırlarını zorlar nitelikteydi.
Zira ona göre, İzmirliler mini etek giyip, içki içmekten ibaret görüyordu moderniteyi, çağdaşlığı.
Yazık ki, çok ama çok yazık.
Bak arkadaşım; sabit fikirli, İzmir 'kinli' meslektaşım, öncelikle senin gibi düşünen İzmirlilerin sayısının ancak ve ancak bir elin parmakları kadar olduğunu bilmelisin.
Ki Allah’tan bu böyle.
Yoksa halimiz nice olurdu kim bilir?
İzmir'de yaşamak ile, Güzelyalı ve Kordon'da çocukluk yıllarını geçirmekle İzmir'i özümsemiş, İzmirlilik kültürünü tüm benliğine işlemiş olmuyorsun.
Ve bunun olmadığı o kadar açık ki; koskoca bir kente, artık hemen herkesin dillendirdiği şekilde terör örgütünün siyasi yapılanmasının liderinin 'Faşist İzmir' nitelemesini gazetendeki satırlarına dökebiliyorsun.
Bunu kendinde hak görebiliyorsun.
Ne adına demokrasi havarisi olmak adına.
Sen mi Kürt vatandaşlarına sahip çıkıyorsun?
Sen mi bu ülkede barışı arzuluyorsun?
Sen mi, henüz bir kentlilik bilincine dahi sahip olmamışken İzmir'e akıl veriyor, İzmir'e kimlik biçiyorsun?
Bak İzmir kinli, demokrasi havarisi meslektaşım;
Sen demokratsan ben değilim?
Sen barışçılsan ben değilim?
Sen gazeteciysen ben çok sevdiğim bu meslekten de değilim?
Ve sen İzmirliysen ben İzmirli de değilim?
Ama biliyorum ki; sen demokrat olamazsın, çünkü demokrasi de tek taraflı düşünceye yer yoktur.Demokrasi de terör örgütü posterlerini taşıyanlar, terör örgütü bayrağını sallandıranlar savunulamaz, hukuki anlamda cezalandırılır. Aksi halde demokrasi varlığını sürdüremez.
Sen barışçılda olamazsın, çünkü henüz 5, 10 yıl öncesine kadar masum insanlarımızı katleden, Türk, Kürt, Laz, Çerkez demeksizin önüne geleni vahşice yokeden, güzel ülkemin yiğit Mehmetçiğine kurşun sıkan bir örgütün siyasi temsilcisi konumundaki bir oluşumdan yana olunmaz, olunamaz.
Hele hele liderinin İzmir'e biçtiği Faşist elbiseyi alıp üzerine geçirmez, geçiremez.
Sen İzmirli de olamazsın çünkü yüreğin buna el vermez.
Benliğin bu kültürü kaldırmaz, bu modernizmi anlayamaz, anlasa da fazla taşıyamaz.
Çünkü İzmir çok gelir sana ve senin bakış açındakilere.
İzmir fazladır sana ve İzmirliliği içine sindirememiş birçoklarına, İran ütopyası ile haşır neşir olanlara.
Allah aşkına, Allah aşkına.
Yazın, çizin, konuşun ama İzmir'i ağzınıza almayın.
İzmir'i de İzmirliyi de rahat bırakın.
Hayatı sadece magazin dünyasından ibaret gören İstanbul modernizmine ihtiyacımız yok bizim.
İzmir'im, İzmir'im, güzel İzmirim.
Acaba yerel iktidarı genel iktidara bahşetseydin de yine sana saldırırlar mıydı canım İzmir'im?

İzmir'in VEKİLLERİ

Güzel ülkemin güzel kentinin yani İzmir’in alnı şanlı tam 24 vekili var.
Koskoca 24 milletvekili bir başka deyişle.
Kocamanlıklarına elbette diyeceğimiz yok.
Lakin serzenişlerimiz hayli çok
Sayın vekillerimiz tam bir haftadır İzmir’e laf söylemeyen, İzmirli’yi yerin dibine sokmayan kalmadı.
Kimileri kalemi aldı eline ‘Bunlar faşist’ diye yazdı, kimileri TV ekranlarına çıkıp ‘Bu kent adam olmaz. Moderniz mi mini eteklerden ibaret sanıyorlar’ dedi.
Bunları söylerken de bu ülkede ne şekilde kurulduğu ve kimler tarafından desteklendiği ortada olan bir siyasi partinin liderinin misyonuna da hizmet edildi.
Bilerek bilmeyerek ki; ben bilerek olduğunu düşünüyorum.
Her neyse tüm bunlar olup biterken sizler uzayda değildiniz sanırım.
İzmir’e uzaktınız belki ama sonuçta Ankara’daydınız.
Milletimizin kayıtsız şartsız hakim olduğu (!) meclisteki makamlarınızdaydınız en kötüsü.
Olmasanız bile biliyorsunuz teknoloji çağındayız artık.
Günlerce bas bas bağırıp, çağırdı televizyonlar, radyolar İzmir, İzmir diye.
Gazeteler boy boy manşetler attı, köşeler İzmir ve İzmirlilerle doldu taştı.
Ama ne hikmetse bir tekiniz çıkıpta şu vekilliğini üstlendiğiniz, 3.5 milyon insanı temsil hakkını edindiğiniz İzmir adına tek kelime etmediniz.
“Durun! İzmir’e laf söylemek, İzmir’i yermek, İzmir’i germek kimsenin haddine değil” demediniz, diyemediniz.”
“İzmir’i provoke edemezsiniz, İzmir üzerinden oyunlar oynayıp sonra da bunu tüm Türkiye’ye yayamaz, İzmirlileri salt bir ideolojik yolculuğa çıkaramazsınız” demediniz, diyemediniz.
AKP ya da CHP’li vekillerimiz.
En küçük bir serzenişte dahi bulunmadınız.
TV’leri izledim, gazeteleri okudum, radyoları dinledim ama şahit olamadım.
İsterdim ki, İzmir adına konuşan sadece kentimin Belediye Başkanı olmasın.
İsterdim ki, İzmir adına konuşan sadece İstanbul’daki İzmirliler olmasın.
İsterdim ki, İzmir adına konuşup, İzmir’i savunma gayretinde bulunan sadece üç beş aklı başında insan olmasın.
İsterdim ki, güzel kentimin, güzel insanlarının “gidin de bizi temsil edin” diye görevlendirdiği 24 kocaman (!) milletvekilimiz de en azından birkaç kelime ediversin.
Hani görevleri olduğunu geçtik.
Göstermelik de yeterdi bize.

Sizleri kim ANIMSAYACAK?

Onceki gün düzenlediler basın toplantılarını.
Gayet rahat, gayet mutlu ve neşeli haldeydiler, objektifler karşısında.
Sanki yıllarca dağda kalmış, bu ülkenin henüz yeni doğmuş bebeklerini katletmemiş, güzel ülkemin Mehmetçiğine kurşun sıkmamış ya da sıkanlarla günlerini gün etmemişlerdi.
Sanki Türkiye adına uluslar arası bir başarıya imza atmış, dünya insanlarının geleceğini değiştiren müthiş bir buluş gerçekleştirmişcesine gururluydular.
Gurur dolu, kinayeli ve de tehditkardılar aynı zamanda.
Yaşadıkları topraklara, sığındıkları insanlara, hayata ve hayatını insanca yaşamak isteyen her yaştan, her ırktan, her etnik gruptan 72 milyon Türkiye evladına.
Tehditkar aynı zamanda da fazlasıyla cüretkardılar.
30 yıl boyunca bu ülkeye kan kusturmuş, kendi ırkından insanları vahşete sürüklemiş bir teröristbaşını Kürt önderi diye tanımladılar.
Sonra da utanmadan, sıkılmadan onu serbest bırakın dediler.
Bırakmazsanız, açılım, maçılım olmaz dediler.
Açılımı başınıza çalarız demeye getirdiler.
Kandil’de 10 binler var, başka kamplarımızı da daha söylemiyoruz dediler.
Aba altından sopa falan da göstermediler.
Açıkça, milyonların gözü önünde sözde barış nutukları atıp, bu ülke insanlarını alenen tehdit ettiler.
Oysa bir avuç çapulcu idiler (!)
Ne yazık ki koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ne bela olmuş terörist idiler.
Ne yazık ki masum insanları, öğretmenlerimizi, imamlarımızı katleden ya da katledenlerle beraber olmuş vahşi idiler.
Sonra İzmir’e seslendiler.
İzmir’deki olaylardan bahsedip, batıya açılamadık dediler.
Ey muhteremler (!)
Ey gafiller…
Sizler ve size biat etmişler…
Bilmez misiz, İzmir Türkiye’dir, Türkiye ise İzmir..
Bizler ilelebet varolacağız da sizleri kimler hatırlayacak?
Ya da ne diye anımsayacak?
Ben söylemeyim sizler zaten biliyorsunuz.

Yanlışlar ABİDESİ

Takip ediyor musunuz bilmiyorum ama benim Cumartesi gecelerini iple çekmeme neden olan bir program var.
Habertürk TV’de..
Tarihin Arka Odası..
Pelin Batu ile Erhan hoca varsa da Murat Bardakçı programın başaktörü..
Neyse konumuz programı tanıtmak ya da methiyeler dizmek değil (ki) aslında fazlasıyla da hak ediyor.
Belki bu hak edişi ilerleyen günlerde yerine getiririm..
Şimdi konumuza geçelim.
Erzurum Kongresi’nin 90. yılı dolayısıyla ülkenin ilk on üniversitesi arasında gösterilen Atatürk Üniversitesi tarihi bir kitap hazırlamış.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Erzurum'da yayınlanan ve basın tarihimizde çok önemli bir yeri olan "Albayrak" gazetesi, hem orijinal diliyle hem de Türkçe olarak yayımlanmış.
Bir bakıma bu anlamda tarihi bir işlev yerine getirilmiş.
Ama asıl tarihi yanı bundan kaynaklanmıyor.
Kitap, seversiniz sevmezsiniz ama kabul etmelisiniz ki bu ülkenin en iyi araştırmacısı ve tarihcisi (ki o kendisine gazeteciyim diyor) sayın Murat Bardakçı abimizin hışmına uğruyor.
Murat Bardakçı kendisine gönderilen kitaptan rast gele bir bölümü incelediğini belirtip, kırmızı kalemle işaretlediği yanlışları bir bir ortaya koyuyor.
Kitapta imzası bulunan Prof., Doçent, Dr., ünvanlı akademisyenleri yerden yere vuruyor.
Zira hatalar eski yazının yanlış anlaşılmasının yanı sıra basit imla kurallarını da içeriyor.
Bardakçı’nın öfkesi dinmiyor, eleştirilerini sürdürdüğü 1 saat boyunca bu çok değerli (!) esere imza atan akademisyenleri abartısız on defa deşifre ediyor.
Bitti mi diyorsunuz?
Hayır. Murat Bardakçı bu. Hele de konu tarih olunca bu kadarla bırakır mı?
Ertesi gün istisnasız en büyük tarihçimiz İlber Ortaylı hocamızla Atatürk konulu Teke Tek programında yeralıyor Bardakçı.
Eleştiriler daha da sertleşiyor, kitaba imza atan muhteremler yeniden isim isim kamuoyuna deklare ediliyor.
Şimdi buraya kadar sadece bir süreci paylaştım sizlerle.
Aslında bu konuda gerekeni sevgili Murat Bardakçı abimiz söyledi deyip es geçmeyi düşünüyordum ama bir Erzurumlu olarak Atatürk Üniversitesi gibi gözde bir ilim yuvasının en yetkin isminin basının karşısına geçip bir yanlışlar abidesini savunmasını hazmedemedim.
Garipsedim, içime sindiremedim.
Sayın rektör, 471 sayfalık devasa, adeta yerinden kaldırılamayacak kadar ağır ama yanlışları itibariyle de pek hafif bu ilmi eserin bir iyi niyet olarak hazırladığından dem vurmuş.
Yazık ki çok yazık..
Öncelikle sayın Rektör, bu ülkenin kaynaklarını, insanların vergilerini bir iyi niyet çabasına heba etmek lüksünüz hiç ama hiç yok.
İkincisi okuma yanlışları bir tarafa büyük harf, küçük harf gibi basit imla kurallarını bile bilmeyen ya da önemsemeyen bir zevatı iyi niyetli bulamazsınız, zira kamusal bir görevi ifa ettiğiniz makamınızla bağdaşmaz.
Hele hele ‘Efendim yıldönümüne yetiştirmek için çabalandı. Tashih hatalarını kabul ediyoruz ama sonuçta tamamladık’ demek kusura bakmayın ama abesle iştigaldir sayın rektör.
Bu ülkenin kurtuluş mücadelesinin en önemli dönemini ele alan eseri eksik hazırlamak bırakın sizin başında bulunduğunuz bir üniversiteye henüz birinci sınıfta öğrenim gören bir tarih öğrencisine dahi yakışmaz.
Ve çok büyük bir eser değildir söylediğiniz gibi.
Tam tersi bir faciadır.
Erzurum Kongresi’ne yapılmış büyük bir saygısızlıktır.
Gönül isterdi ki; ertesi gün habercilerin karşısında böylesi traji-komik savunma ifadeleri yerine ‘Ortada bir yanlış var ve bu yanlışa neden olanlar hakkında gereken yapılacaktır’ diyebilesiniz.
Yanlışlar abidesine harcanan paraların hesabını sorup, doğruları da bu ülkenin gerçek ilim adamları ile birlikte ortaya koyasınız.
En hafif deyimiyle işini hakkıyla yerine getirmeyen birkaç ilim insanına Türkiye’nin en gözde ve en büyük üniversitesinin imajını yerle bir ettirmeyesiniz.
Ama olmadı hocam..
Gönüllere uzak düştünüz. Hem siz hem akademisyenleriniz.
Atalarımız boşuna söylememişler, “Balık baştan kokar” diye..
Maalesef..

Kendinizi hiç mi SORGULAMAYACAKSINIZ

Demokratik Toplum Partisi kapatıldı.
Anayasa Mahkemesi toplandı, enine boyuna tartıştı ve nihai kararını açıkladı.
Dünyanın hiçbir noktasında hatta üçüncü dünya ülkelerinde bile terör ile iç içe bir siyasal faaliyete izin verilemeyeceği vurgusu yapıldı, DTP ve idarecilerinin de şiddeti ve ayrılıkçı hareketleri ısrarla körüklediği savunuldu.
Sonuçta her ne söylenirse söylensin bugüne kadar kurulan bu misyona ait partilerden sonuncusu da tarihe gömüldü.
Şimdi başta Ahmet Türk olmak üzere parti idarecileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yolunu tutacak.
Verilen kararın hukuki değil tamamen siyasi olduğu savından yola çıkılarak, Türkiye’nin mahkumiyetine çalışılacak.
Bu DTP’nin en doğal hakkıdır elbette.
Hakkıdır ama DTP idarecileri ve bu misyonun önderleri kendini biraz olsun sorgulamayacak mı?
Her defasında yaşanan yargı süreçlerini ve bu süreçlerin kapatmalar ile son bulmasına bir defa olsun kafa yormayacak, acaba bizim “Hiç mi sorumluluğumuz, hiç mi yanlışımız yoktu?” diye düşünmeyecek mi?
Kürt vatandaşların temsil yetkisini kendisine görüp, bunu her platformda dile getirirken hem onlar hem de tüm ülke halkına reva gördükleri tek gerçeğin şiddet, şiddet ve yine şiddet olduğunun ayırdına varmayacak mı?
30 yıllık bir sorunun çözüme kavuşturulması, yaşanan acıların son bulması adına ortaya konulduğu söylenen çözüm paketlerine “Biz ne dersek odur” mantığı ile yaklaşmaktan vazgeçmeyecek mi?
Kürt vatandaşlarımızın hak ve hukukunu savunmak, yaşam kalitelerini iyileştirmek adına hiç ama hiç mi çaba sarfetmeyecek, bu yönde tek bir siyasi söylem de geliştirmeyecek mi?
Tüm siyasi argümanını genel bir af konusuna atfedip, çözümün adresinin kendileri yerine İmralı olduğunu göstermekten vazgeçmeyecek mi?
Yaşanan en küçük bir sürtüşmede, en küçük bir anlaşmazlıkta yandaş kitleleri sokağa döküp, etrafı yakıp, yıkmak gibi nefreti daha da körükleyen tutum ve davranışlardan hiç mi kaçınmayacak?
Emine Ayna gibi demir yumruk (!) vekilleri öne sürüp, “Biz de dağa çıkarız” türünden söylemlerle ayrımcılığın doruk noktasına çıkarılmasına her yeni başlangıçta yer mi verecek?
Cevap evet ise sonuç belli.
Değişim beklentisi hayalden öteye gitmez, gidemez.

Yeşilçam ÇILDIRMIŞ OLMALI

Yeşilçam çıldırmış OLMALI!


Film sektörünün nam-ı diğer Yeşilçam’ın maşallahı var bugünlerde.
Çok değil daha 5 yıl öncesine kadar esamesi okunmayan Türk sinema sektörü yeniden doğuyor.
Sinema salonlarında birbiri ardına Türk yapımı filmler gösterime giriyor.
Hem de iş yapıyor.
Eskiden olduğu gibi üç yüz beş yüz kişiye değil milyonlarca kişiye hitap ediyor.
Hem yapımcısı kazanıyor hem sektör güç topluyor.
Peki bunlar oluyor da bu çok ilgi gören filmler belleklerde ne kadar yer ediniyor.
Bana sorarsanız hiç.
Sadece günü kurtarıyor.
Gülünüyor, eğleniliyor ya da ağlanıp, sızlanılıyor.
Ve çok değil birkaç hafta sonra bellekler de kaybolup gidiyor.
Neden çünkü içerikler oldukça sıradan, bayağı.
Gaz çıkararak toplumu güldürmeye çalışan bir senaryo ne kadar çarpıcıdır varın bir dakika düşünün.
Bunun aklı selim insanlar arasındaki izahı tek kelimeliktir: İğrenç.
Ama gelin görün ki; komik olma adına böylesi saçmalıklara yer verilebiliyor.
Ve canım insanlar da madem 10 lira para verdik bu filmi seyretmek için o zaman mecburen gülelim buna iğrençliğe diyor.
Ya da Çılgın Türkler gibi toplum nezdinde fenomen olmuş ve Kurtuluş mücadelemize ışık tutmuş bir kitabın ismini yozlaştırabiliyor çok bilmiş senarist ve yönetmenler.
Filmin adına ‘Türkler Çıldırmış Olmalı’ deyip sonra da bir grubun güya Afrika’da geçen saçma sapan hikayesini film diye beyazperdeye taşıyabiliyor örneğin.
Sonra bu saçmalıktan para kazanıp, canım arz-talep meselesi kavramının arkasında yeni tuhaflıklara yelken açabiliyor bu insanlar.
Ya da sırf genç bedenlerin harçlıklarına göz koymak için adına dershane denen filmler çekip, konusunu sadece üç beş hatunun tangalı popolarına endeksleyebiliyorlar.
Anlacağınız sadece günü kurtarıyorlar.
Peki bunlar var da dişe dokunur türde yapımlar yok mu?
Elbetteki var.
120, Nefes, Kurtlar Vadisi Irak, Eşkıya, Kabadayı, Beyaz Melek en azından insanın içini ısıtıyor, kalplere dokunuyor.
En azından insani bir yanı barındırıyor.
Yine de eski Yeşilçam’ın hazzını hiçbiri vermiyor.
Kaldı ki bir Adile Naşit, bir Münir Özkul, bir Şener Şen, bir Cüneyt Arkın bir Kemal Sunal da kolay olunmuyor.
Anlayana tabii!

Açılımın GÜLLERİ (!)

DTP kapatıldı ve güzel ülkemin dört bir yanı terör ve şiddet yanlıları tarafından yakılıp, yıkılıyor, dünyaya sanki Türkiye’de bir iç savaş varmışcasına görüntüler sunuyor.
Hoş, demokrasiyi sadece tabelasında bir sözcük olarak taşıyan arka planda ise şiddeti meşru gören siyasi parti kapatılmadan da ortalık güllük gülistanlık değildi.
Bu zümre yine en küçük bir sürtüşmede hiç olmadık konuları bahane edip sokaklara dökülüyor, zaten işsizlikten kavrulan esnafı kepenk kapattırarak, vitrinlerini yıkıp dökerek daha perişan hale sokuyor, dershaneden evine gitmek amacındaki masum Serap’ı, Serapları katlediyordu.
Anlayacağınız bu misyonun yandaşları dün de böyleydi, bugün de böyle ve yarın da değişmeyecek.
Çünkü şiddet alabildiğince işlemiş benliklerine.
Türk, Kürt, masum, suçlu, iyi, kötü ayrımı yapmaksızın düşmanlar kitlelere.
Sevgiyi bırakın sevgi kırıntısı bile yok içlerinde.
Varsa yoksa yakıp, yıkmak, masumların canlarına kastedip ocakları söndürmek, şiddet, şiddet ve yine şiddetle kan dökmek.
Bakın bir süre önce açılım, barış nidaları ile ülkemize giriş yapan 34 kişilik PKK’lı grubun sözcüsü, neler lutfetmiş güzel ülkemin güzel insanlarına.
Demiş ki; 1991-1994 yılları arasında Türkiye’nin uyguladığı baskı ve sindirme sonucu 18 bin insan göç etti.
Demiş ki; bunlardan 11 bini Mahmur Kampı’nda. Ve diplomatik, ekonomik, askeri baskıya maruzlar.
Demiş ki; siyasi yasaklar devam ettiği sürece bizden başka kimselerin gelmesini beklemeyin.
Demiş de demiş.
Demez mi?
Siz de yıllarca dağda taşta dolaşıp, askere kurşun sıkıp, masum bebecikleri katledip ya da katledenlerle bir arada yaşayıp sonra da elini kolunu sallayabileceğiniz ülke bulsanız demez misiniz?
Dersiniz.
Dersiniz de biz de ‘Allah müstahakınızı versin’ demekle kalmaz “İllahlah” ederiz.
Bakın açılımın gülleri (!), 1991-94 dönemi Türkiye’de PKK terörünün en azılı olduğu zamandı.
Siz veya önderleriniz o dönem alınmış bir takım askeri tedbirleri şimdi baskı ve sindirme olarak görebilir, gösterebilir ve de güzel ülkemde çıkıp bunu masum Kürt vatandaşlarının insan haklarına tecavüz olarak çevirebilirsiniz ama yediremezsiniz.
Biz de yemeyiz, milyonlarca Kürt vatandaşımız da yemez!
Mahmur Kampı’nda 11 bin kişi var deyip bunların tamamını masum Kürt vatandaşı olarak da gösteremezsiniz. Çünkü iddia ettiğiniz türde baskılara maruz kalmış olsaydı Kürt vatandaşlarımız, bin değil binlerce kamp kursanız kar etmezdi.
Diplomatik, ekonomik ve askeri baskı mı?
Hani Ak Parti öncesi olsa doğrudur derdim ama “Açılım” diyerek ülkeyi ayrıştırmanın eşiğine getiren bir iktidarın böylesi baskılar oluşturacağını daha doğrusu oluşturabileceğini hiç sanmıyorum.
Ve siyasi yasaklara gelince.
Yıl 2010.
Böyle bir yasağı hatta herhangi bir yasağı savunmak söz konusu olmamalı kanımca.
Olmamalı, olmamalı da, bu zamanda şiddetten medet ummakda, bunu olmazsa olmaz hale sokmakta olmamalı.
Otobüs yakmak, işyerlerini kundaklamak, masum canlara kıymak, olur olmaz yerde bombalar patlatmak, askerimize tuzaklar kurmak da olmamalı.
Çünkü yok bunun bir kazanımı.
Filistin’e bakın ne demek istediğimi anlarsınız!

Hrant Dink ve SEVGİ

Hrant Dink ve SEVGİ!


Hafta sonu İstanbul’daydım.
Hrant Dink Vakfı’nca organize edilen toplantıya katıldım.
Vakfın, AB tarafından desteklenen 3 milyon euro’luk 13 projeden biri olan
“Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi Projesi”nin ikinci toplantısı idi.
Hem Türkiye’nin dört bir yanından yerel basın temsilcileri hem de İstanbul medyasından isimler bir araya geldik, nefret söylemine ilişkin fikir ve görüşlerimizi paylaştık.
Medyanın haber verme sürecinde dikkatli olması gerekliliğini dile getirdik, kullanılan olumsuz üslup ve dilin ‘Nefret duygusunun normalleşmesine’ yol açtığı konusunda karar birliği yaptık.
Konuya ilişkin detayları zaten haber olarak sayfalarımızda da paylaştık.
Aslında bu konuyu özellikle günümüzde sadece böylesi toplantılarla sınırlamamak gerektiğini düşünüyorum.
Evde, işte, caddede, sokakta, otobüste ya da bir cafede hemen her platformda konuşmalı, bu konudan bahsetmekten korkmamalı, ısrarla sohbet konusu yapmalıyız.
Yapmalıyız ki; yüzleşelim nefret duygularımızla.
Yüzleşelim ve ‘Hayat bile sevgi üzerine kurulmuşken nefretin esiri olmamızı’ sorgulayalım.
Dışa vuralım.
İçimizde tutmayalım.
Büyütüp etrafımıza nefret tohumları saçmayalım.
Ekmeyelim minicik yüreklere bu illet duyguyu, eşimize, dostumuza, ahbabımıza bulaştırmayalım.
Bulaştıranlara dünyanın en kolay ve en güzel karşılığı ile dur diyelim.
Sevelim hesapsızca.
Ne olduğunu, kim olduğunu umursamaksızın.
İyi, kötü, zengin, yoksul, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Rum, Ermeni, faşist, antifaşist, solcu, sağcı, dindar, ateist fark etmesin belleklerimizde.
Yakın uzak demeyelim sevelim.
Sevelim ki sevilelim.
Sevelim ki nefret etmeyelim.
Sevelim ki ötekileştirmeyelim.
Birleşelim, ayrışmayalım.
Nefretin esiri olmaktan ise sevgi insanı olarak anılalım.
Ne güzel söylemiş Yunus Emre,
“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz.”

Basın ile tanışmak mı, BASINI TAŞLAMAK MI?

Basın ile tanışma mı
yoksa taşlamak mı?



Abdullatif Şener’i tanırsınız.
Eski Ak Parti’li Başbakan Yardımcısı ve ekonomiden sorumlu bakan yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı.
Adını ilk duyduğumda kendisi Refah Partisi’nin Grup Başkanvekili idi.
Bazen meclis sıralarında, çoğu zamanda kürsüde yaptığı ateşli konuşmalar ile çekmişti dikkatimi.
Birçok siyasetçi gibi lafı eveleyip, gevelemiyor fikrini tüm çıplaklığı ile dile getirmekten çekinmiyordu.
Bu haliyle de meclisteki hem cinslerinden ayırtedilmesi zor olmuyordu.
Sayın Şener ile önceki gün bir araya geldik.
İzmirli gazeteciler ile hem tanışma hem de gündemi değerlendirmek istemiş, il teşkilatı da bu isteği bir toplantıyla hayata geçirmiş.
İzmir basını ile tanışma toplantısı dedim ama daha çok taşlama toplantısı olarak akıllarda yer etti.
Çiçeği burnunda genel başkan yaygın basında yer bulamama şikayetini genelleştirip, her basın mensubunu da gerçekleri göz ardı etmekle suçlayınca toplantının seyri değişti.
Öyleki sonrasında ne ekonomiye yönelik haklı serzenişleri ne ‘açılım süreci’ne ilişkin çarpıcı vurguları ne de partisinin yeni siyaset anlayışı kaldı akıllarda.
İz bıraktı biz basın mensuplarında ama farklılığı ile değil gergin ve de çatışmacı bir genel başkan profili ile.
Ve de hakarete namzet ifadeleri ile.
“Basın önüne konan havuç ya da sopadan birini tercih etmek zorunda. Tercihi de elbetteki havuç oluyor” dedi cesaretle (!)
Elbetteki ortamın gerektirdiği ölçüde cevabını aldı sayın Genel Başkan ama bu havuç müptelası (!) sektörün çalışanı olarak birkaç kelam etmek de boynumun borcu diye düşünüyorum.
Öncelikle bir lider adayı olarak tavrınız ve üslubunuzu değiştirmemeniz halinde şansınızın yüksek olduğunu söylemek hayalcilikten öteye gitmeyecektir sayın Şener.
‘Basın baskı altında’, ‘basın özgür değil’, ‘basın hükümet yanlısı’ ifadelerinizin haklı yanları olmakla birlikte bu süreci başlatan iktidarın, sizin de 2002-2007 dönemi içerisinde en üst kademelerinde görev aldığınız partiden oluştuğunu hatırlatmakta da yarar var.
Tam bu noktada şu sorulara yanıtınızı da merak ediyorum hani.
Basın son 2 yıldır değil Ak Parti iktidarından bu yana baskı altında, özgür değil.
Acaba siz bu süreçte Başbakan Yardımcısı olarak herhangi bir tavır geliştirdiniz mi, Başbakan ve kabine üyelerine “İnsanların haber alma hakkını kısıtlayamayız. Buna hakkımız yok” türünden birkaç kelimeyi reva gördünüz mü?
Bugün suçladığınız, yerden yere vurduğunuz basının önüne, siz siyasetçiler tarafından konan havuç’a ihtiyaç duymaması adına vicdani sorumluluğunuzu yerine getirdiniz mi? İçim bu konuda rahat diyebilir misiniz?
Bir de sayın Genel Başkan; insanların haber alma hakkının olduğunu vurgularken size sorulan sorulara içtenlikle, samimi yanıtlar verdiğinizi söyleyebilir misiniz? Yürekten “Evet” diyebilir misiniz?
Açıkçası toplantıda şahsınıza yönelttiğim üç soruya verdiğiniz yanıtlar bunun aksini gösterdi bana.
Tatmin edici olmayabilirdi elbette ama samimi ve içten olması önemli bir liderlik vasfıdır da ondan söylüyorum sayın Genel Başkan.

Kimi SAVUNUYORSUNUZ

DTP namı diğer Demokratik Toplum Partisi maalesef hep bildiğimiz gibi.
Bir yandan “Türk toplumunun bizi marjinal bir parti olarak görmesini istemiyoruz” diyeceksin bir yandan da salt ideolojik saplantıların arasında sıkışıp kalacaksın.
Bir yandan “Biz PKK’nın sözcüsü hatta avukatı değiliz diyeceksin” diğer yandan en küçük bir olayda çıkıp terör elebaşısı Öcalan’a destek nutukları atacak, sayın diye niteleyeceksin.
Geçtiğimiz gün de yine habercilerin karşısındaydı bu partinin belediye başkanları, il genel meclis liderleri.
Tam 99 kişi idiler hem de.
Bölgenin prestij kenti olarak kabul ettikleri Diyarbakır’ın Belediye Başkanı Osman Baydemir yaptı açıklamayı.
Ortamı yumuşatacak açıklama beklemiyordum kendisinden ama en azından ‘açılım, açılım’ diye tutturdukları şu dönemde biraz daha aklı selim ifadeler ummuştum.
Ama ne mümkün!
Kendisi ve arkadaşları sokaklarda yaşanan olayların daha da artabileceğini vurgulayıp yeniden ülkeyi tehdit ettiler!
Yangına körükle gidip, tansiyonu daha da yükselttiler.
Öcalan’ın sağlık koşullarının, yaşamının ülkedeki gelişmeleri derinden etkileyeceğini savunup, başına bir şey gelmesin sakın ha (!) dediler.
Ve işin artık iyice suyunu çıkardılar.
Ey muhteremler (!)
Kimi savunuyorsunuz, kimi?
Bir bebek katilini.
Binlerce masum insanın kanına giren caniyi.
Ve yol gösteriyorsunuz bir de; barış istiyorsanız onu muhatap almalısınız diye.
Neden çünkü Kürt’lerin önderi odur, o temsil ediyor diye.
Bunu bilerek söylüyorsunuz, bilerek bunu reddeden masum Kürt vatandaşlarımızın kafasına işlemek amacındasınız.
Ama nafile.
Nafile çünkü onlar da biliyor ki, caninin adı Uganda’da bile olsa canidir.
Önder sözcüğü iş güzarların ya da yandaşlarının biçtiği kılıftır.
O kılıf bile 30 yılda yaşanan canilikleri örtmeye yetmiyor, yetmeyecektir.
Şunu çok iyi biliniz ki;
Hükümetin TBMM’ye sevk ettiği Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik öngören düzenleme yasalaşıp yeniden yargı karşısına çıkarılsa da değişen olmayacak, vicdanlardaki mahkumiyeti sonsuza dek var olacaktır.
Tarih ise kendisini ilelebet, binlerce yaşama oluşturduğu terör belası ile son vermiş bir cani olarak anacaktır.

Türkiye Partisi ve Abdullatif ŞENER

Dün bir genel başkanın basınla tanışma toplantısından, pardon, pardon basını taşlama ve de aynı zamanda haşlama (!) toplantısından bahsetmiştim.
Türkiye Partisi’nin çiçeği burnunda genel başkanı ve güzel ülkemin Başbakan adayı sayın Abdullatif Şener’den.
Sayın Şener, ısrarla bahsettiği, hemen her platformda defalarca vurguladığı yeni siyaset anlayışını paylaşmak yerine biz gazetecilere verip veriştirmiş, kurumlarımızı özgür olmamakla, bizleri de gerçekleri yazmamakla itham etmişti.
Bugün bu konuda değil yazacaklarım.
Bugün sayın genel başkanın kendisine yöneltilen sorulara verdiği yanıtların ne kadar içten ve samimi olduğunu sorgulamak yazmaktaki amacım.
Sayın genel başkana üç soru sordum toplantıda.
İlk sorum şuydu: 2007’den bu yana, yani kendinizin Ak Parti’den ayrıldığınız dönemden bu yana kötü seyrettiğini söylediğiniz ekonomik göstergeleri siz nasıl düzelteceksiniz? Örneğin işsizliğe çözümünüz ne olacak? Kamu kaynakları nasıl kullanılacak? Partinizin ekonomi politikaları neler?
Verilen cevap: Bu bir konferans konusu. Kaldı ki biz bu konudaki fikirlerimizi birçok platformda açıklıyoruz ama yer bulmuyor. Şu kadarını söyleyebilirim ki; rekabeti artırıcı, üretimi teşvik edici bir politika benimseyeceğiz.
Türkiye’ye yeni bir siyaset anlayışı getirdiğini öne süren bir parti liderinin bugüne kadar ki söylemlerden farkı olmayan ve 80 yıldır duyduğumuz genel ifadeleri içeren bir yanıt dimi?
Siz bir çözüme rastladınız mı bu cevapta?
Demek ki sayın Şener’e göre halkın haber alma hakkı bu kadarmış (!)
Gelelim ikinci soruma.
Başta TÜİK olmak üzere tüm ekonomi bazlı kamu kurumlarının hükümetin baskısı altında olduğunu öne sürüyorsunuz. Hükümette görev yaptığınız 5 yılı aşkın süre içinde somut bir baskıya şahit oldunuz mu? Olduysanız ne idi? Tavrınız ne oldu?
Cevap: Biliyorsunuz ben birçok özelleştirmeye karşı çıkıp altına imza atmadım. Hatta Galataport bunlardan biridir. Hatta ben imzalamadığım için özelleştirmeyi mecliste çözmek zorunda kaldılar.
Yine suya sabuna dokunmaksızın verilen bir yanıt.
Kimden?
Yeni siyaset anlayışı ile yola çıkmış bir iktidar adayı partinin genel başkanından.
Demek ki sayın Şener’e göre halkın öğrenmesi gereken kısmı bu kadarmış (!)
Ve soru üç.
İlk seçimde yani erken seçim olmazsa 2011 genel seçiminden beklentiniz ne? Ne kadarlık bir oy hedefliyorsunuz?
Cevap: En yüksek oyu biz alacağız.
Yok, yok başka söz yok. Hepsi bu.
Maalesef Türkiye Partisi’nin siyasi geleceğine dair inancı bu söz kadar.
Ya da sayın Genel Başkanın halkın öğrenmesini istediği kadarıyla bu.
Görünüyorsunuz ya, biz gazeteciler görevimizi yapmıyoruz (!)
İyi güzel de, peki siz?
Siz, güzel ülkemin yönetimine talip olan sayın siyasetçiler sizler acaba ne kadar açıksınız?
Ne kadar dürüst, ne kadar içten, ya da ne kadar samimi?
Ben söyleyeyim:
Verdiğiniz yanıtlar kadar maalesef.

Severiz seni ÖĞRETMENİM

Severiz seni ÖĞRETMENİM!


Bir Öğretmenler Günü’nü daha geride bıraktık.
Yıllanmış törenler düzenlendi, yıllanmış hatta artık fazlasıyla kanıksanmış konuşmalar yapıldı, sözcükler dillendirildi.
Can öğretmenim, canan öğretmenim,
Seni ben ne çok, ne çok severim.
Severiz doğru hatta öyle bir severiz ki; canına bile okuruz öğretmenim.
Sen ki bir ışık tutarsın ülkemin geleceğine.
Sen ki bir harfin uğruna kırk yıl kölelik yapmayı göze alan bir misyondan varolursun.
Sen ki ilim irfan sahibisin, geleceğimizin belirleyicisisin.
O yüzden severiz seni.
Öyle severiz ki; canına bile okuruz öğretmenim.
Yüreği zengin, cebi delik öğretmenim.
Üç kuruş paraya çalışmana ses etmeyiz, çünkü severiz seni.
Asgari ücretin hala 500 lirayı bulmadığı ülkede diğer yığınlar gibi açlığa mahkum eder, sonra da çocuklarımızı iyi yetiştir diye saçma sapan bir beklenti içine gireriz, çünkü severiz seni.
Sosyal, kültürel aktiviteler sizlere çok gelir, bu kadar lükse giremezsin sen, çünkü severiz seni.
Gelişen çağa, teknolojik altyapıya ayak uydurmak mı? Hadi canım sende ne işin var böyle saçma sapan işlerle der yine de severiz seni.
Siyasi baskılara maruz bırakırız ama alınmanız yersiz çünkü biliyorsunuz severiz biz seni.
Tebeşir tozundan, fazla konuşmaktan, bağırıp çağırmaktan oluşan hastalıklarınız ise gelip geçicidir, çünkü her şey bizler içindir, e sen de bilirsin severiz biz de seni.
Türkiye’nin uçsuz bucaksız yörelerine göndeririz adı okul olan dört duvar arasına sonra mucizeler yaratmanı bekleriz çünkü severiz seni.
Hatta lanet olası teröre kurban verdirir, adına eğitim şehidi deriz sonrasında arkamıza bakmayız bile, çünkü severiz biz seni.
Toplumun aydın bir üyesisindir ama insanca yaşamana asla izin vermeyiz, çünkü severiz seni.
Görüyorsun ya ne çok seviyoruz seni.
Canına bile okuyoruz sevgili öğretmenim.
Günün kutlu, yüreğin böylesine onurlu bir mesleği her zorluğa rağmen yapmaktan dolayı mutlu olsun.

Güldük, Söyledik, Eğlendik.. YAŞASIN KADINLAR

Güldük, söyledik, eğlendik!
Yaşasın KADINLAR!



Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilmesinin 75. yıldönümünü kutladık.
Yine hemen her ilçede, her bölgede anlı-şanlı törenler düzenledik, cafcaflı laflar ettik.
Kadınlarımız, analarımız, bacılarımız.
Ah sizler yok musunuz?
Sizler dünyasınız, sizler deryasınız, sizler cansınız, canansınız dedik.
Siz olmasanız bu dünyanın hali nice olurdu diye de ekledik.
Erkekleri ise zaten hiç düşünmeyelim, nihayetinde sudan çıkmış balık misalidir onlar kadınsız diye de böbürlendik.
Güldük, söyledik, eğlendik.
Hatta bazı yerlerde yemekler verip, bolca göbekler attık.
Yahu iyi güzel de dostlarım, ağabeylerim, ablalarım her şey bu kadar basit mi?
Bu kadar sıradan, bu kadar bayağı, bu kadar baştan savmalık mı?
Kadına seçme ve seçilme hakkının verildiği günden bu yana 75 yıl geçmiş bizler hala kadın kotalarından, kadın idareci azlığından ağlayıp duruyoruz.
75 yıl geçmiş, kadınlara dair değeri sadece ilan edilmiş birkaç resmi günden ibaret olarak görüyor, yiyor, içiyor eğleniyoruz.
75 koca yıl geçmiş, canım ülkemde hala hem de en modern diye tabir edilen üç büyük kentimde kadınlar dövülüyor, sövülüyor, en ağır hakaretlere maruz bırakılıp, canına okunuyor.
75 yıl geçmiş, Anadolu’nun neredeyse tamamında kadına şiddet ilahi bir misyonmuşcasına rağbet görüyor, ‘kızını dövmeyen dizini döver’ safsataları genç beyinlere babadan kalma miras gibi işleniyor.
75 yıl geçmiş, töre cinayetlerini toplum bazında haklı görebiliyor, bunun savunmasını yapan kalemler bu ülkede fikir önderliği yapıyor, masum gencecik yürekler ‘namus’ hamiliğine soyunanlarca katlediliyor.
75 yıl geçmiş hala ülkemin idarecileri Kadın Sığınma Evleri denen yüzkarası, utanç yuvası mekanlar yapmayı marifet sayıyor, gelin burada şiddetten, töreden korunun diyor.
75 yıl geçmiş hala adı sanı bile birçokları tarafından telaffuz edilemeyecek türden olan sözde kadın dernekleri, güya çalışmalar yapıyor, Türk kadınını çağdaşlaşma yolunda eğitiyor. Bu eğitimler de genel de Hilton’un cafcaflı salonlarında, bilmem ne restaurantlarında yürütülüyor(!)
75 yıl geçmiş hala Türk kadını madamvari tiplerden ibaret sanılıyor.
Bırakın Allah aşkına ya!
Sevgili Ata’m değil 75 yıl, 175 yıl önce de tanısaydı bu hakkı değişen bir şey olmazdı.
Ki o bu hakkı; bugünkü Türk kadınını temsil yetisini kazanmış muhterem hanımlara mı vermişti acaba?
Tabiî ki hayır.
Nene hatunlar, Fatma efeler, Zeyno bacılardı onun Türk kadını betimlemesi.

Bir kadın İKİ ÜLKE

Dün gazetelerin en sıradan sayfalarında tabiî ki sıradanlaştırılmış bir haber vardı.
Eminim binlerce insan ya birkaç saniyesini ayırıp şöyle bir olay nedir diye bakıp çevirdi sayfayı ya da hiç görmedi bile.
Uzatma da köşene konu olacak kadar önemli bulduğun haber nedir onu söyle dediğinizi duyar gibiyim.
Peki, peki yazıyorum işte.
Somali’de henüz 20 yaşında bir kadın zina yaptığı gerekçesiyle sözde İslamcı olarak adlandırılan militanlar tarafından taşlanarak öldürüldü.
Bir başka deyişle eş-Şebap üyesi hakim, 29 yaşında bekar bir erkekle ilişkisi olduğu belirlenen gencecik kadına, güya din emrettiği için, güya Allah böyle istediği için recm cezasını uygun görmüş.
Ceza bu olunca da 200 kuşbeyinli insan henüz hayatının baharındaki kadını bir an olsun en küçük vicdan azabı duymaksızın taşlayarak katletmiş.
Biliyorum bu vahim, bu vahşet, bu dehşet mi dehşet ama çok daha ötesi sonrasında başlıyor.
Kadına “fuhuş” yaptığı gerekçesiyle güya din bunu emrediyor diye ölümü, hem de insanı insanlığından utandıracak ölçüde bir ölümü reva gören bu lanet olası zihniyet, suçun (ki bu eğer bir suçsa) ortağı hatta belki de birinci zanlısı erkeğe ne ceza vermiş biliyor musunuz?
Hemen yazayım. 100 kırbaç cezası.
Evet evet sadece lanet olası bir kırbaç cezası.
Şimdi denebilir ki; orası Somali.
Üçüncü dünya ülkesi bir yer.
19 yıldır bir hükümeti bile yok.
Bu tür bir olay gayet doğal.
Doğrudur gayet doğal. Aynı fikirdeyim.
Peki ya Türkiyemiz.
Ya biz?
Biz gelişmişiz elbette.
Avrupa yanlısıyız. AB’ye hazırlanıyoruz.
Ekonomik bazda dünyanın ilk 20 ülkesinden biriyiz.
Peki ya kadına bakışta durumumuz ne?
Somali’den farklı mıyız?
Yine dünyanın modern ilk 20 toplumu arasına girebilir miyiz?
Olabilir mi?
Mümkün mü?
Birlikte değerlendirelim.
Üçüncü dünya ilkelliğindeki töre saçmalığını es geçebilir miyiz?
Ya da töre adı altında işlenen ve nice masum gencecik bedenin toprağa gömülmesini izah edebilir miyiz?
Ya da namus budalası insanların tıpkı Somali’deki gibi din bezirganlığı yaparak kadınlarımızın canına okumasını, namus kavramını sadece kadınların iki bacağına hapsetmiş olmalarını!
Peki ya, Allah böyle istiyor diye gencecik kızlarımızı bir parça beze mahkum etmelerini!
Kadını dört duvar arasına kilitlemeyi Allah’a, yüce yaradana iyi kulluk sayan aymazlıkları, yobazlıkları!
Başını açtı ve namusunu kaybetti diye öldürülen Ayşe’leri, Fatma’ları.
Evet Somali aç, Somali harap, Somali perişan.
Ve Somali üçüncü dünya ülkesi.
Çünkü kadınını taşlayarak öldürüyor.
Evet evet de peki biz neyiz?
Biz nerdeyiz?
Biz Somali’den çok mu moderniz?

İzmir'i ANLAYAMAZSINIZ

Hafta sonu güzel İzmir’imizde yaşananlara dair tek kelime yazmadım.
Bekledim, tartışmaları dinledim, etrafı gözledim.
Kim ne diyor, kim ne saçmalıyor, İzmir’e nasıl bakıyor ya da bakmaya çabalıyor görmek istedim.
Aydınlıkları sadece beyinlerinin bir kısmını çalıştırmaktan ibaret zevat, İzmir’in tepkisini genele yaymamaktan, marjinal bir grubun gerçekleştirdiği protesto olarak görülmesi gerektiğinden dem vurup aslında her şeye karşın kardeşlik türkülerine devam edilmesini yazıp, çizdi, tv’lerde dillendirdi.
Güzel ülkemin tuhaf aydınları, hakikaten pek aydın olmalısınız ki; İzmir’in tepkisini marjinal bir grup ile izah etme saçmalığına düşebiliyorsunuz.
Pek bir aydın (!) olmalısınız ki; o gün orada sadece taş ve sopalarla varolanların değil balkon ve pencerelerine Türk Bayrakları asıp alkışlı protesto yapan yığınların farkına varamıyorsunuz.
O kadar aydınsınız ki; İzmir’i farklı bir görüş ve farklı bir siyasi anlayışa katlanamamakla, o muhteremleri özümseyememekle itham edebiliyor, ama teröre en çok şehit vermiş İzmir’in, İzmirlilerin bir terör elebaşının posterinin sergilenip, caka satılmasına asla izin vermeyeceğini bilmiyorsunuz.
Bilmiyordunuz, öğrendiniz.
Elbetteki aman ne iyi oldu demiyorum.
Elbetteki şiddeti savunmuyor, taşlı, sopalı saldırıları tasvip etmiyorum.
Ama güzel ülkemin projektör kadar aydın (!) olan muhteremleri sizlerin abuk sabuk İzmir değerlendirmelerinizin baştan aşağı saçma hatta aptalça olduğunu vurguluyorum.
Evet aptalça.
Ya da daha kötüsü art niyetli.
Şunu biliniz ki, olaylar kesinlikle marjinal bir grubun değil İzmir’in, İzmirlinin tepkisinden ibaretti.
İzmir’de varolan, burada yaşayan Türk, Kürt, Laz, Çerkez hemen her etnik kimlikteki insanın olaylara birebir katılmasa da yüreğinde yer verdiği, içselleştirdiği bir tepkiydi.
İzmir, Türkiye’nin aynasıdır.
İzmir, kurtuluş mücadelemizin başarıyla sonlandırıldığı aziz bir kenttir.
İzmir, Atatürk’tür, Cumhuriyettir.
İzmir sevdadır, insana, vatana, millete, ülkeye duyulan kocccaman bir sevda.
İzmir hazmedemez, İzmir geçiştiremez, İzmir ‘hadi canım sende’ diyemez.
Demez.
Çünkü İzmir, Atatürk’tür,
Çünkü İzmir, Türkiye’dir.
O yüzdendir işte İzmir’de gövde gösterisi yapamazsınız.
İzmir’de bebek katillerinin posterlerini açıp, onu yücelten sloganlar atamazsınız.
Dünyanın terör listesine aldığı bir örgütün bayraklarını dalgalandırıp, caka satamazsınız.
Ve siz muhterem aydınlar (!) İstanbul’dan, Ankara’dan abuk sabuk gözlemlerinizle İzmir’i değerlendiremez, İzmirliyi anlayamazsınız.

Biz FAŞİSTİZ!

Faşist İzmir suçlamaları alnı şanlı muhteremlerce, hatta kendine aydın (!) diyen bir takım kararmış beyinlerce ısrarlı bir şekilde sürdürülüyor.
Madem sürdürülüyor o zaman ben de diyorum ki:
Evet biz İzmirliler faşistiz!
Evet, evet faşistiz (!) biz inanın buna.
Faşistiz çünkü, biz haksızlığa gelemeyiz.
Faşistiz çünkü, biz duyarsız olamayız, güzel ülkemin birçok yöresindeki gibi yaşananları, alavere dalavereleri sineye çekemeyiz.
Faşistiz çünkü, bilinçliyiz, hayatı ve insanları sorgularız, en iyisini isteriz, benimseriz.
Faşistiz, güzel ülkemin başka yörelerinde olduğu gibi siz ve misyonunu üstlendiklerinizin anlattığı ipe sapa gelmez yalanlara kanmayız, geyiklerinizin peşinden sürüklenmeyiz.
Faşistiz biz çünkü, Ayşe teyzenin filesini doldurup doldurmadığına bakar, Ahmet amcanın kahvehanede bir bardak çay içebilicek durumda olup olmadığını önemseriz.
Faşistiz çünkü, başkalarına kolayca yutturduğunuz iyi ülke, güzel ülke masallarınıza itibar etmeyiz.
Faşistiz çünkü, ülkeyi bölmek ve parçalamak adına demokrasi havariliğine soyunmayız. Gerçekleri çok daha iyi görür insiyatifi ele alırız.
Faşistiz çünkü, evlerimize, balkonlarımıza astığımız Türk Bayraklarından rahatsızlık duyacak kadar benliğimizi kaybetmedik.
Faşistiz çünkü, bizler sizlerin kabullenemediği ölçüde özgürüz.
Faşistiz çünkü, biz İzmir’iz, İzmirliyiz.
Peki siz nesiniz, kimdensiniz?

Kim ENGELLİ

Toplum nezdinde özürlü olarak nitelenen bir birey düşünün.
Görme özürlü, görme engelli, kör her ne şekilde ifade edildiği önemli değil.
Sonuçta toplum bazında engelli diye damgalanmış.
Damgalanmış ama o buna pek de aldırmamış.
Görme yetisini kaybettiği 12 yaşından itibaren hayata sımsıkı sarılmış.
Belki kaybetmemiş olsa bu kadar umursamayacak, bu kadar istemeyecekti yaşamda bir yer edinmeyi.
Sonra okumak istiyorum demiş ailesine. Ve okutmuş ailesi de onu.
İlköğretimi bitirmiş bin bir güçlükle.
Zorlanmış, sıkıntı çekmiş ama asla pes etmemiş.
Vazgeçmemiş mücadelesinden, karanlığa karşı koymaktan.
Madem liseyi bitirebildim neden yükseköğretim olmasın demiş.
Zaten zor olan yaşam mücadelesinde inadına zor olanı tercih etmiş, İngilizce bölümünü kazanmış.
İlkokul mezunu annesiyle çalışmış, görmeyen gözü yapmış onu.
Nihayetinde bitirmiş sağlam (!) diye varsayılan arkadaşlarına inat tam zamanında.
Şimdi öğretmenlik yapıyor, 22 yaşından bu yana.
Azmini, kararlılığını, hırsını, yaşama bağlılığını, umutlarını, tutkularını paylaşıyor minicik yüreklerle.
“Ben yaptım siz neden yapamayasınız”, diyor.
“Şu veya bu tarihsel kimliği koymuyorum önünüze örnek olarak, işte ben buradayım, karşınızdayım, beni örnek alın, çalışın, çabalayın ve koşun hayallerinizin peşinden” diye anlatıyor uzun uzun.
Kimsenin acımasını istemiyor ne kendisine ne de minik yavrularına.
“Farkımız yok” diyor kendini sağlam diye tanımlayanlardan.
“Onlar daha hızlı yapıyor, biz ise biraz daha yavaş. Ama inanın fazlamız var eksiğimiz yok” diyor altını çizerek her platformda.
Doğru da diyor, Süheyla öğretmen.
Birileri bundan ders alır mı bilemem ama kendi payıma aldığımı bilmesini isterim.
Gerek yaşamını anlatan haberi ilk okuduğumda gerekse de bu satırlara dökerken, yaşama azmimi daha bir perçinledin Süheyla öğretmen.
Daha bir kararlıyım artık geleceğime dair.

Dersimiz: DERSİM

Birkaç gündür kıyamet kopuyor.
Birileri tarafından koparılıyor.
Ne olmuş?
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, meclisteki konuşmasında 70 yıl öncesine gidip, Dersim İsyanı’ndan dem vurmuş, Atatürk bağlamında isyana karşı yürütülen askeri harekatı savunmuş.
Hepsi bu.
Evet, evet bu.
Yani devlete karşı başlatılan bir isyana, bölücü bir isyana devletin varlığını devam ettirmesi amacıyla gösterdiği tavırı haklı bulmak.
Öymen’in suçu bu.
Aman efendim, can efendim sen nasıl böyle konuşursun, ne hakla harekatı savunursun diyen kitleler yollara düşmüş, protesto da protesto.
Ülkemizin yetiştirdiği değerli diplomatımız bir anda oldu “Günah keçisi”.
Pes doğrusu.
Pes… Pes… Pes…
Gerek diplomat gerekse milletvekili olarak milli çıkarlarımız için hemen her alanda, var olan her cephede dövüşen, haklılığımızı ortaya koyan Onur Öymen’e laf söylemek, onu yermek, onu sözde bazı kitlelere hedef göstermek en hafif deyimiyle vicdansızlık, ahlaksızlıktır.
Oysa Öymen konuşmasında gayet açık ve netti.
Hatta fazla netti.
Yakın tarihimize ışık tuttu, PKK ve APO ile masaya oturma çabasındakilere ders niteliğinde mesajlar verdi.
Ne mi söyledi?
Bazı çığırtkanların güya Alevilere karşı yapılmış zulüm olarak lanse ettiği Dersim için “Atatürk, Kürt isyanlarında müzakere yoluna mı gitti. Dersim İsyanını çıkaran Seyyid Rıza ve oğlu ile oturup müzakere mi etti, masaya oturup ne istiyorsunuz mu dedi? Hayır ama bütün terör faaliyetlerini dize getirdi.”
Sözler bunlar ve bunları hazmedemeyen bir takım kimseler şimdi kitleleri “Size hakaret ediliyor, size zulmü mübah görüyor” safsatalarıyla sokağa döküyor.
Maalesef kendine aydın sıfatını veren bir grup zavallı ile eziklik ve suçluluk kompleksinden kurtulamamış kitleler de bu oyuna alet oluyor.
Hükümetin o meşhur hale gelmiş olan gündem değiştirme becerisinin harika birer malzemesi haline dönüşüp güya CHP’ye sopa gösteriyor.
Hiç kusura bakmayınız efendiler, sözde aydınlar, Dersim’in ne ifade ettiğini bilmeden sokağa dökülüp protestolara katılan muhteremler, oyuna gelenler.
Kusura bakmayınız çünkü bu ülkede gerçekleri gören, doğruları söylemekten çekinmeyen kitleler de var.
Öymenler, Ahmetler, Mehmetler..
Çok iyi biliyoruz ki; PKK’nın en ciddi propagandasından biri olan Dersim İsyanı, aslında bu kanlı örgütün de varoluş gerekçesidir.
1938’de isyan bitmişti, 1984’te yeniden su yüzüne çıktı.
O günde isyanın arkasında emperyal güçler vardı bugün de.
Ve koparılan kıyametin altında yatan asıl neden de bu zaten.
Yoksa ne Öymen’in ne de aklı başında bir tek ferdin Alevi ya da Kürt soydaşlarımızla sorunu olması söz konusu olamaz.
Dersim bir alevi katliamı değildi.
Emperyalizmin yine bu bölgede yaratmaya çalıştığı bölücü isyandı.
Evet bölücü bir isyan.
Ve Öymen’e göre de Atatürk gerekeni yapmıştı.
Atatürk’e laf söyleyemeyen ama kinleri yüzlerine yansımış bir takım insanlar şimdi Öymen üzerinden hesap soruyor güya.
Yani vurun abalıya.
Vurun, vurun ama yine de düşünün bir ara.
Dersim isyanı 70 yıl önceydi ve bastırılmıştı.
Yıl 2009 ve biz hala Türkiye’yiz.
Hala biriz, hala tekiz.
Bugün, yarın ve daima…

Baykal gitsin DİYENLERE!

Şu Deniz Baykal düşmanlarını anlamak için üniversitede ihtisas yapmak lazım.
Hatta bu ilim yuvalarında Baykal Enstitüleri kurmak abartı olmaz herhalde.
Bu kadar doğruları söyleyipte bu denli yanlış anlaşılmak ya da hiç anlaşılmamak, nefret edilmek.
Hani bu da yeter mi emin değilim ama kesinlikle irdelenmesi gerekir diye düşünüyorum.
Biri bana Deniz Baykal’a yönelik bir serzenişte bulunduğunda artık direk olarak şunu ve şunları soruyorum:
‘Neden?’
Neden sevmiyorsun Deniz Baykal’ı
Neden beğenmiyorsun?
Nesine kızıyorsun?
Yanlış bulduğun nedir?
Genellikle demeyeceğim yüzde 99’luk bir oranla cevap şu oluyor:
“Sadece yeter artık gitsin. Başkası gelsin.”
İtiraf etmeliyim; bu kadar sığ, bu kadar bencil, bu kadar bağnaz ve bu kadar pervasız cevaplara karşı çok da uğraşmıyordum eskiden.
Kısa yoldan kestirip atıyordum.
Ama birgün henüz birkaç saat önce tanıdığım bir CHP’li (ki parti teşkilatında görev almış bir isim) bile Deniz Baykal aşağı Deniz Baykal yukarı diye atıp tutunca dayanamadım. Gazeteci olduğumu öğrenince veryansınların ardı arkası kesilmedi.
İşte o an karar verdim artık kestirip atmamaya, geçiştirmemeye.
Deniz bey ya da bir başka partinin bir başka genel başkanı yeter ki doğruları söylüyor olsun anlatılmaya, savunulmaya değer diye düşündüm.
Ve bu CHP’li arkadaşa ‘Sen bile genel başkanının ne dediğini anlamaktan uzaksan toplum nasıl anlasın da bu kadroları iş başına getirsin’ diye sordum.
Sen genel başkanının ne dediğine kulak asmayıp, onları,en azından doğru olarak benimsediğin görüşlerini özümseyip, arkadaşına, eşine, dostuna, halka anlatmazsan başarısız olmaktan yakınmaya hakkın olur mu dedim.
Sustu, kızdı, bozardı ve sonrasında el sıkışıp gitti.
O gün bugündür de görüşmek kısmet olmadı.
Ama eğer aklında şöyle bir iğne ucu kadar düşünmesine, sorgulamasına neden olacak kadar bir soru işareti bırakabilmişsem ne mutlu bana.
CHP’de artık birilerini, özellikle de genel başkan Deniz beyi suçlama kolaylığından vazgeçilip onun söylediklerine adam akıllı itibar edilip görüşleri halka yansıtıldığında bir devrim gerçekleşmiş olacaktır. O devrim de belki ülkde idaresini getirecektir.
Deniz bey gitsin diyenler iyi düşünmeli. Tekrar, tekrar düşünmeli.
Bir defa gitti, partinin oy oranı yüzde 4’lere indi. Bu defa da giderse bu parti yüzde 20’yi hayal bile edemez.

Bayram geldi, HOŞ GELDİ

Bayramdır, yüreklerimizi ısıtan, gönüllerimize neşe saçan.
Bayramdır, çocuklarımızı mutluluktan uçuran bizleri ise çocukluğumuza alıp götüren.
Ne günlerdir dimi?
Hepimizin birer hikayesi vardır tebessümle anımsadığımız, yadettiğimiz.
Annemiz yanıbaşımızdadır, babamızla güven doluyuzdur.
Kardeşlerimizle çekişmediğimiz ender anlandır.
Tanıdık olsun olmasın hemen herkesin birbirine sevgiyle baktığı, hoşgörünün su gibi aktığı bulunmaz zamanlardır.
Kim bilir kaç kez sorgulamışımdır bunu?
Neden demişimdir?
Neden, insanlar şu birkaç günden ibaret sanarlar sevgiyi, dostluğu, kaynaşmayı ?
Bir olup, bütün olup tüm gönüllere konmayı.
Neden çok görürler birbirlerine canpare olmayı, karşılıksız sevmeyi, hayatın acı tatlı her döneminde iç içe olmayı?
Tanımadığın birine merhaba demeyi, yaşlı birilerine el uzatıp yardım etmeyi, nefretle andığın birine dahi içten gülümseyebilmeyi neden çok görürler, çok görürüz?
Yoksa hemen hepimizin yaşamlarımıza dair bilmediği mucizevi yanlarımız mı sözkonusu?
Örneğin ölmeyecek miyiz biz?
Rivayeti dilden dile dolaşan Adem peygamber gibi bin yıl boyunca mı yaşayacağız?
Kırdığımız kalpleri, sitem dolu gönülleri yok olup gittiğimiz meçhulden tamir fırsatı mı sunulacak bizlere yoksa.
Cevabı biliyorsunuz elbette.
Ee o zaman?
Neden sevmeyelim birbirimizi söyler misiniz?
Neden ayrışalım, neden kopalım?
Neden bölünelim, neden bölelim?
Sevelim, sevilelim…
Gülelim, güldürelim…
Yiyelim, yedirelim…
Kalplere o dünyanın varoluş gerekçesi ile, sevgi ile girelim.
İyice işleyelim.
İnanın o kadar kolay ki.
Başarınızı görmek için bir insanın yüzüne sevgiyle bakın yeterki.
Nice bayramlara…
Sağlıkla…

Bir muamma: AÇILIM

Başbakan Erdoğan hafta sonu buradaydı.
Yerel seçimler sonrasında İzmir’e ikinci gelişi.
Neyse ki bu gelişinde ilkinde olduğu gibi protestolar yoktu.
Daha sakin bir atmosferde programını tamamlayıp başkentin yolunu tuttu.
İzmir’e geldiğinde farklı bir söylem ummuştum kendisinden.
Nihayetinde buraya sadece yolun açılışını yapmak için gelmiyordu.
Demokratik açılımı, büyükşehirler içinde en az oyu aldığı İzmir’e anlatacak, İzmirlilerden destek isteyecekti.
Öyle de oldu.
Açılımdan bahsetti, “Bizi en iyi siz anlarsınız, destek verin” dedi.
Dedi ama açılım tartışmaları başladı başlayalı konuşageldiği söylemin bir karış ötesine geçemedi, geçmedi.
Mecliste söylemedi, belki ilk adımı İzmir’de atarda şu açılım muammasını ortadan kaldırır dedim.
Olmadı.
Bekledim, programını baştan sona takip ettim, dinledim ama farklı bir söylem göremedim.
Toplumun huzur ve refahını artıracak, akan kanı durdurup barış tohumları saçacak sayın Başbakanımız yine bildik yola başvurup muhalefete saydırdı.
Bahçeli böyle, Baykal şöyle..
“Akan kandan nemalanıyorlar, şehit gelsin de alkış tutalım diye hevesleniyorlar” dedi yine.
Allah aşkına sayın Başbakan yeter artık…
Bu millete yazık.
Açılım turu diye çıktınız muhalefete takılıp kaldınız.
Herkesin merak ettiği şu.
Bu açılım terör elebaşısı Öcalan’ı kapsıyor mu kapsamıyor mu?
Açılım dediğiniz muamma Öcalan’ı hapisten kurtarma, sonrasında ise kendisine siyaset yolunu açma projesi mi yoksa hakikaten dağdaki binlerce teröristi Öcalan’ı kullanmak suretiyle sosyal yaşama katma girişimi mi?
Bu sorulara ısrarla yanıt vermiyorsunuz?
Her sorulduğunda ya kaçamak cevaplarla işin içinden sıyrılıyor ya da muhalefeti süreci sabote etmekle suçluyorsunuz.
Gerçek her neyse paylaşın sayın Başbakan.
Bu milletten, bu halktan korkmayın. Hazmetmelerini beklemeyin.
Siz de çok iyi biliyorsunuz ki toplumsal bir mutabakattan uzak bir açılım gerçekleşmez.
Gerçekleşse dahi arzu edilen sonuç oluşmaz.

Barış için ÖLDÜRÜYORUZ!

Bir elde silah bir elde zeytin dalı taşıyorlar.
Ve sonra böyle bir yüzsüzlükle sokaklara çıkıp ‘barış’ nutukları atıyorlar.
“Biz barış istiyoruz, insanca yaşam arzuluyoruz” diyor sonra da güzel ülkemin güzel kentlerini yakıp, yıkıyorlar.
Yaşları 10 ile 17 arasında değişen çocuk ve gençleri ikiyüzlülüklerine alet edip, korkaklıklarını dışa vuruyorlar.
Sonra da çıkıp yine ‘barış, barış’ diye hemen hepimizin kafasını ütülüyorlar.
Henüz hayatının baharındaki bir kızcağızı, otobüsün içinde adice ve de vahşice katlediyor sonra da biz bunu’barış’ için yaptık diyorlar.
Diyarbakır’ı birbirine katıp, hatta yine bir üniversiteli gencin kanını akıtıp sonra da “Efendim, inanın biz barıştan yanayız” diyorlar.
Bunlar barışı o kadar seviyor ve istiyorlar ki; suçları sadece vatani görevlerini yapmaktan ibaret olan 7 Mehmetçiğimizi hunharca şehit edebiliyorlar.
7 hayatı, 7 farklı yaşamı güya daha demokratik bir toplum olmaları adına güya haklarını kazanabilmek adına söndürebiliyor ve bunu da normalmiş gibi savunabiliyorlar.
Ve tüm bunlara biçtikleri kılıfa da ‘barış’ adını veriyorlar.
Maşallahları var (!) tüm dünyayı da bu sözcükle uyutuyorlar.
Bu barış ve demokrasi havarilerine kızıyor, iki yüzlülüklerini, ekmeğini yedikleri ülkeye bunları reva görmelerini mide bulandırıcı olarak görüyorum ama asıl tepkim ülkemin idarecilerine.
Tokat’taki hain pusunun ardından bir gazete şu başlığı kullanmıştı cesurca:
“Açılım diyenler kına yaksın”
Ben de diyorum ki;
Kına yakmakla kalmasın, hayatlarında bir defa olsun oturup gözyaşları akıtsın.
Biz ne yapıyoruz, kimlere kucak açıyoruz diye kafasını duvarlara vursun.
Açılım dediniz, yüzünüze, gözünüze bulaştırdınız.
Açılım dediniz, güzel ülkeme ve insanlarına 30 yıldır kan kusturan kitleleri muhatap kıldınız.
Açılım dediniz, binlerce masum insanın hayatını yok etmiş bir caniden yol haritası umdunuz.
Açılım dediniz, dağdan inen güya suçsuz birkaç terörist ile gövde gösterileri yapılmasına müsaade ettiniz.
Ve bunları siz güya demokratikleşme, akan kanı durdurma adına yaptınız, onlar ise sözde ‘barış’ adına buna varız dediler.
Peki ne oldu?
Akan kan mı durdu, ülkemde barış çiçekleri mi açtı ardı ardına?
Tabiî ki hayır.
Daha da celallenip kentlerimizi yakıp yıkmaya, Serap’ları, Ahmet’leri iki metrekarelik toprağa reva gördüler.
Ve haberiniz var mı (!) bilmiyorum ama Tokat’ta da 7 askerimizi şehit ettiler

Külahımıza ANLATIN!

Açılım.. Açılım.. Açılım..
Yatıyoruz açılım, kalkıyoruz açılım..
TV izliyoruz açılım, radyo dinliyoruz açılım..
Açılımla yatıyoruz, açılımla kalkıyoruz.
Tüm millet olarak şu aralar sürekli açılıyoruz.
İyi de arkadaşlar, kardeşler, ağabeyler, ablalar nereye açılıyoruz.
Kime açılıyoruz.
Ya da kime bu açılım..
30 yıldır dağda gezip sonra da bu ülkeye caka satan eskiden bir grup simdi ise binlerle ifade edilen bir örgüte..
Yani terör örgütüne..
Yani PKK’ya..
Açılalım, açılım yapalım ki; daha fazla kan dökülmesin, askerimiz şehit olmasın, güya birilerinin beyinlerini yıkamasıyla dağa çıkan yine bu ülkenin evlatları da askerimizin kurşunları ile can vermesin..
Tamam güzel.
Nihayetinde söz konusu olan insan hayatı değil mi?
Henüz hayatının baharında ana kucağına hasret, yarinin sevdasına namzet yiğit Mehmetçiklerimiz değil mi aslolan?
Ee o zaman hayır diyecek mi var buna?
Ya da kim hayır diyebilir buna?
Demez demez ama e çok sevgili büyüklerimiz böyle mi olmalıydı açılım?
Açılalım derken kapatmak mıydı var olanı da?
Topluma sadece kem kümler edip, kapalı kapılar ardında görüşelim mi demekti?
Topu topu 34 muhterem! kişi gelecek diye binlerce vatandaşı karşılamaya yığıp gövde gösterisi yapmak mıydı açılım dediğiniz?
Yoksa sizler hala açılıp mutlu olacağız hülyaları ile nutuklar atarken bir, iki gibi rakamsal değere boğulan Mehmetçiklerimizin yine, yine, yine ve yine kalleş kurşunlara hedef olması mıydı?
Yok yok sevgili büyüklerimiz bu açılım pek hayra alamet değil?
Okyanusa yelken açmak gibi adeta.
İzninizle bir açılım da ben sunayım bu konuda.
Doğu, Batı, Kuzey, Güney.. Hiç fark etmez.
Kurtarın milyonlarca gencimizi işsizlikten, sokaklarda geleceğe dair umut yoksulluğundan, ağa baskısından, aşiret hegamonyasından, törelerden ipe sapa gelmez gelenek, göreneklerden, çıkarın asgari ücreti bin 500 lere, 2 bin lere, görme fırsatını tanıyın yaşamın güzelliklerini o gencecik yüreklere bakın bakalım silahlar bırakılıyor mu bırakılmıyor mu?
Bakın bakalım dağa götürecek kitleler bulunabilecek mi bulunamayacak mı?
Bakın bakalım bu ülkenin Türk’ü, Kürt’ü, Çerkezi, Abazası ülküsüne, ülkesine, vatanına, malına, toprağına canına sahip çıkacak mı çıkmayacak mı?
Giderin haksızlıkları, peşkeş çekmeyin bu milletin varlıklarını, yemeyin yedirmeyin yetim hakkını da bakın bakalım hangi terör oluşupta vurabilecekmiş bu aziz milleti.
Zor değil mi?
Açılım, açılım, açılım..
Biraz da şu külahımıza anlatın bakalım…

20 Aralık 2009 Pazar

Olacak O Kadar

Olacak O Kadar
BİZ BÖYLEYİZ!


Olacak O Kadar programı hiç şüphesiz bir fenomen.
Beğenmeyenleri vardır elbette ama beğenenlerin çok daha fazla olduğu muhakkak.
Adeta bir öğütme makinesi gibi faaliyet gösteren tv dünyasında bu kadar yıl varolmak da bu başarının açık bir kanıtı aslında.
Hani belki eski al benisi yok denebilir ama yine de Levent Kırca ustanın performansı ile izlenmeye değer bir program.
Kırca usta şu aralar ülke gündemini hicvediyor ağırlıkla.
Basında yeralan, günlük hayatımızda varolan konuları işliyor esprili bir dille siyasileri taşlıyor müthiş skeçleri ile.
Önceki günkü programda da neler yoktu ki?
Kaçırdıysanız tekrarını mutlaka izlemelisiniz.
Türk’üm diyenlerin artık hapishaneleri boyladığını hicvetti büyük usta mesela.
Sonra günümüzün pek rağbet gören muhteremlerinden (!) efsunlu bir hocanın karı koca ilişkilerini ne türden yöntemlerle halletmeye çalıştığını gösterdi bizlere.
Ardından GDO’nun nemenem bir şey olduğunu koydu ortaya. Yemekte salatalık yiyen bir çocuğun Horoz’a dönüştüğünü babasının da oğlunu geri getirebilmek için harcadığı çabayı resmetti skecinde.
Bitmedi tabiî ki.
Evlenmek isteyen bir dede rolünde belirdi daha sonra.
Azgın mı azgın ama bir o kadar da sevimli ihtiyar olarak evim, arabam var hadi evlenelim dedi programdaki hatunlara.
Bunlar muthiş taşlamalardı elbette ama iki konu vardı ki üzerine sayfalarca yazı yazılabilirdi.
Biri Başbakan Erdoğan’ı içeriyordu.
Sayın Başbakan’ın ülkede yaşanan sorun ve sıkıntılardan haberdar olmamasına çalışan çevresinin çabası dile getiriliyordu.
Bir tv kanalına özel haberler yaptırılıyor, haberlerde esnaftan işadamına, sokaktaki vatandaştan mutfakta yemek yapan Ayşe teyzeye her kesimin görüşlerine yer veriliyor, herkes mutluluktan uçtuğunu dile getirip Başbakan’a dualar ediyordu. Sonra Başbakan da haberleri okuyup “Ülkemde işler yolunda” diyor, başını yatağa rahatça koyuyordu.
Diğeri ise korsan film ve kitap satıcılarını içeriyordu. Polis korsan operasyonuna çıkıyor ama ne kimseyi tutuklayabiliyor ne de mallara el koyabiliyordu. Çünkü satılan ürünler Ergenekon belgelerinden tutunda irticai faaliyetlere, hükümete ya da muhalefete yönelik sayısız belgelerden oluşuyordu. Sonuçta bunlar da yasak değildi. Hemen her gün basında ulu orta ortaya konulan konulardı.
Ve işte tüm bunlar Kırca ustanın ne hale geldiğimize dair hemen hepimizin önüne koyduğu müthiş birer aynaydı.
Gülüyoruz işte ağlanacak halimize.
Maalesef…

Bugün Seçim Olsa Kime Oy Verirdiniz?